En sonunda uzun zamandır tek başıma yaşadığım Hayalet Gemi‘den ayrılma zamanı gelip çatmıştı… Köprüüstü’nde son kahvemi yudumlayıp sigaramı tüttürürken, doğup büyüdüğüm şehri İstanbul’u izlemeye koyuldum…
Çocukluğumun yaz aylarının geçtiği Heybeliada yine uzaklardan sanki gülümsüyordu bana…
Hava soğuk olmasına rağmen kırlangıça çıktım… Sinirli bir martı tepemde bir kaç tur atıp, neden ekmek atmıyorsun der gibi bakıp, bir süre sonra uzaklaştı…
Bu gemideki yokluk ve perişanlık, aslında Türkiye‘nin özeti gibiydi…
Ekmek için koşturanlara, ekmeğinin hesabını soranlara artık o “ekmek” yoktu… Bunu o martıya anlatmayı ne çok isterdim…
Yan yatmış, ölümü bekleyen balina gibiydi Hayalet Gemi ve ülkemin durumuna tıpa tıp benziyordu… Son nefesini verirken can çekişen bir hayvanın, bu şekilde çaresizce ölüme itiraz eder gibi son çırpınışlarını görüyordum güverteye bakarken…
*
Balıkçı Bedik bir kaç saat sonra gelip beni alacaktı… İçi ağzına kadar kitap dolu ikinci valizim ve evraklarım ile uçak biletim Bedik’in teknesindeydi… Valize sığmayan diğer kitaplar ise market poşetlerinde yerlerini almışlardı… Yürüyen kütüphaneyi andırıyorsun demişti Semih “hoşçakal”derken…
*
Günlerdir yağan kar ve şubat sabahlarının griliği nedense gitmiş, güneş hiç umulmadık bir biçimde kendini gösteriyordu şimdi…
Kapkaranlık bir ülkede, inatla, direnircesine, hâlâ ölmedik, ayaza rağmen umut var demek istiyordu sanki…
Oysa gerçekte her şey farklıydı… Ağzını açan, en ufak kalem oynatan, küçücük bir itirazda bulunanlar yaka paça göz altına alınıyordu ülkede…
Ben de zaten son aylarımı bu nedenle Hayalet Gemi’de geçirmiştim… Bitip tükenmek bilmeyen ev baskınları yetmezmiş gibi, bir de kiracımızın evini basmışlardı polisler…
Neydi peki üzerime atılan suçlar?!..
Sahi; yoksa elimize tabanca alıp, banka mı soymuştuk?!.. Palalarla masum vatandaşlara mı saldırmıştık?!..
Hak etmediğimiz hiç bir şeyi istememiştik…
Kaç kez nezarethane, savcılık soruşturması,mahkeme duruşması geçirmiştim artık sayısını hatırlamıyordum…
Bir defasında nöbet değişimine gelen bir polis, ifade masasında el koyulan bilgisayarıma bakıp, alaycı bir ifadeyle; “bu kredi kartından mı” diyerek diğer polislere sormuştu…
Onca göz altı, kelepçe kanıma dokunmamıştı da, kredi kartından mı? sorusu kanımı oynatmıştı…
Balık baştan kokardı tabi… Hırsızın başta olduğu bir ülkede, vatandaşlar da hırsızlık yapıyordu… Nezaretlerde nice hırsızlarla sabahlamıştım…
Bu benim öykümdü… Asıl dram ülke çapında yaşanıyordu...
Büyük Atatürk‘ün söylediği gibi; cebren ve hile ile memleket yere serilmişti…
*
Son defa dolaşmaya karar verdim Hayalet Gemi‘yi…
Bu gemi ülkemde geçirdiğim son yuvamdı… Sessiz koridorlarında yürüyüp, makine dairesine indim… Uzun zamandır yakıt olmadığı için çalışmayan jeneratör, artık bir hurda olmuş ana makine, darmadağın olmuş tamirat odası ve arasıra bordaya çarpan denizin sesi dışında ölüm sessizliği içindeydi makine dairesi…
Keşke dedim kendi kendime… Keşke elveda demesek birbirimize…
Tüm ışıklar yansa, eskiden olduğu gibi gümbür gümbür çalışsa ana makine… Yine fırtınalara meydan okusak… Rüzgârda dalgalansa şanlı sancağımız… Geceleri yıldızları toplasak uzaklardaki sevdalarımız için… Mavi denizlerde özgürce gezsek gökkuşağının altında… Hiç bitmese… Bitecekse bile birlikte ölsek, ant içtiğimiz gibi denize mühürlensek…
Ne olurdu sanki?! ..
CEM AKKILIÇ
3 Kasım 2017
Okumuş olduğunuz yazım 10 bölümlük Hayalet Gemi yazı dizimin son bölümüydü...
İlk bölüme buradan ulaşabilirsiniz...
Her yazımın altına eklediğim linkler aracılığı ile seriyi bölüm sırasını atlamadan okuyabilirsiniz.
Çocukluğumun yaz aylarının geçtiği Heybeliada yine uzaklardan sanki gülümsüyordu bana…
Hava soğuk olmasına rağmen kırlangıça çıktım… Sinirli bir martı tepemde bir kaç tur atıp, neden ekmek atmıyorsun der gibi bakıp, bir süre sonra uzaklaştı…
Bu gemideki yokluk ve perişanlık, aslında Türkiye‘nin özeti gibiydi…
Ekmek için koşturanlara, ekmeğinin hesabını soranlara artık o “ekmek” yoktu… Bunu o martıya anlatmayı ne çok isterdim…
Yan yatmış, ölümü bekleyen balina gibiydi Hayalet Gemi ve ülkemin durumuna tıpa tıp benziyordu… Son nefesini verirken can çekişen bir hayvanın, bu şekilde çaresizce ölüme itiraz eder gibi son çırpınışlarını görüyordum güverteye bakarken…
*
Balıkçı Bedik bir kaç saat sonra gelip beni alacaktı… İçi ağzına kadar kitap dolu ikinci valizim ve evraklarım ile uçak biletim Bedik’in teknesindeydi… Valize sığmayan diğer kitaplar ise market poşetlerinde yerlerini almışlardı… Yürüyen kütüphaneyi andırıyorsun demişti Semih “hoşçakal”derken…
*
Günlerdir yağan kar ve şubat sabahlarının griliği nedense gitmiş, güneş hiç umulmadık bir biçimde kendini gösteriyordu şimdi…
Kapkaranlık bir ülkede, inatla, direnircesine, hâlâ ölmedik, ayaza rağmen umut var demek istiyordu sanki…
Oysa gerçekte her şey farklıydı… Ağzını açan, en ufak kalem oynatan, küçücük bir itirazda bulunanlar yaka paça göz altına alınıyordu ülkede…
Ben de zaten son aylarımı bu nedenle Hayalet Gemi’de geçirmiştim… Bitip tükenmek bilmeyen ev baskınları yetmezmiş gibi, bir de kiracımızın evini basmışlardı polisler…
Neydi peki üzerime atılan suçlar?!..
Sahi; yoksa elimize tabanca alıp, banka mı soymuştuk?!.. Palalarla masum vatandaşlara mı saldırmıştık?!..
Hak etmediğimiz hiç bir şeyi istememiştik…
Kaç kez nezarethane, savcılık soruşturması,mahkeme duruşması geçirmiştim artık sayısını hatırlamıyordum…
Bir defasında nöbet değişimine gelen bir polis, ifade masasında el koyulan bilgisayarıma bakıp, alaycı bir ifadeyle; “bu kredi kartından mı” diyerek diğer polislere sormuştu…
Onca göz altı, kelepçe kanıma dokunmamıştı da, kredi kartından mı? sorusu kanımı oynatmıştı…
Balık baştan kokardı tabi… Hırsızın başta olduğu bir ülkede, vatandaşlar da hırsızlık yapıyordu… Nezaretlerde nice hırsızlarla sabahlamıştım…
Bu benim öykümdü… Asıl dram ülke çapında yaşanıyordu...
Büyük Atatürk‘ün söylediği gibi; cebren ve hile ile memleket yere serilmişti…
*
Son defa dolaşmaya karar verdim Hayalet Gemi‘yi…
Bu gemi ülkemde geçirdiğim son yuvamdı… Sessiz koridorlarında yürüyüp, makine dairesine indim… Uzun zamandır yakıt olmadığı için çalışmayan jeneratör, artık bir hurda olmuş ana makine, darmadağın olmuş tamirat odası ve arasıra bordaya çarpan denizin sesi dışında ölüm sessizliği içindeydi makine dairesi…
Keşke dedim kendi kendime… Keşke elveda demesek birbirimize…
Tüm ışıklar yansa, eskiden olduğu gibi gümbür gümbür çalışsa ana makine… Yine fırtınalara meydan okusak… Rüzgârda dalgalansa şanlı sancağımız… Geceleri yıldızları toplasak uzaklardaki sevdalarımız için… Mavi denizlerde özgürce gezsek gökkuşağının altında… Hiç bitmese… Bitecekse bile birlikte ölsek, ant içtiğimiz gibi denize mühürlensek…
Ne olurdu sanki?! ..
CEM AKKILIÇ
3 Kasım 2017
Okumuş olduğunuz yazım 10 bölümlük Hayalet Gemi yazı dizimin son bölümüydü...
İlk bölüme buradan ulaşabilirsiniz...
Her yazımın altına eklediğim linkler aracılığı ile seriyi bölüm sırasını atlamadan okuyabilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder