Cem Akkılıç

Biz cumhuriyeti sokakta bulmadık ki; "buyurun gelin yıkın diyelim!.. " Cem Akkılıç Ne mutlu Türk'üm diyene!

Kaçış...

Okuyacağınız olaylar gerçektir ve hâlâ yaşanmaktadır... Hikâyenin ne sonu ne de başıdır... Sadece çok küçük bir bölümüdür ve bundan sonra devam edip etmeyeceği yaşayacağım olaylara bağlıdır...

*

Zerre İngilizce bilmeyen Bebek yüzlü yüzbaşı valizimden çıkan haritaların nereye ait olduğunu sordu tuhaf el kol hareketleri ile... Alaycı bir ifade takınıp, haritada işaret parmağımı usulca dolaştırarak; şurası Mars, biraz ilerideki Satürn, köşede kalan ise Neptün diye cevapladım. Suratını asıp, gözaltında tutulduğum sınıfı terk etti... İstediğini yine alamamıştı çünkü...

Bu sınıf, Vietnam Ordusu'nun subay eğitim okuluydu ve hababam sınıfından farkı yoktu... Sabahtan beri bu adamların, savaşta Conilere nasıl kafa tutmuş olduklarını sorup duruyordum kendi kendime... 

Bütün günüm bu sınıfta geçiyor, akşamları tepemde sabaha kadar açık tutulan abajurun altındaki masanın üzerinde uyumaya çabalıyordum. Askerî öğrenciler ve özellikle teğmen ile arkadaş olmuştum... Sürekli şakalaşıyor kıkır kıkır gülüşüyor, Bo oynuyorduk... Belki inanmayacaksınız ama bir öğlen dürüm ve ayran getirdi o teğmen bana... Güvenle yiyebileceğimi, domuz eti olmadığını söylemişti...

Sınıfta geçirdiğim beşinci gün yaşlı tonton bir adam, emekli İngilizce öğretmeni olduğunu ve bebek yüzlü ile aramda tercümanlık yapacağını söyledi... 

Bebek yüzlü o her zamanki telaşlı hâliyle sınıfa girdi ve tercümandan, valizimden çıkan kitabın kapağında yazanları okumasını istedi... Tercümanın ağzından henüz "Andrew Mango Ata..." kelimeleri dökülür dökülmez sözünü kesip, çekik gözlerini fal taşı gibi açarak, Mango mu?.. diye sordu... Evet; Mango diye cevapladı yaşlı adam... 

"Atatürk" kitabının yazarı Andrew Mango'nun soyadı tropikal meyveye benzediğinden olacak, bebek yüzlü telaşlanmıştı... Herifler benim ajan olduğumu düşünmüş olabilir mi diye aklımdan geçirdim...

Anlaşılan "Atatürkçü" olmak sadece Türkiye'de değil, dünyanın öbür ucu Vietnam'da da başıma dert açacaktı...

*

Zifiri karanlıkta sabaha karşı dört sularında nehir kenarındaki patika yolda son sürat giderken, binbaşının âni emriyle birden bire üç motorsiklet de durdu... Beş Vietnamlı hemen motorsikletlerden inip, nehri süzmeye başladılar... Bu anlık duruş, acaba neyin nesiydi?!.. Beni neden buraya getirmişlerdi!.. 

Bebek yüzlü yüzbaşı, valizimi alıp nehir kenarına inmemi istedi... Bir an duraksadım ve cep telefonumu vermesini istedim... O esnada karanlık nehirde kıçtan takmalı motoru olan Kano bir kaç metre uzağımızdaki kıyıya yanaştı... Bebek yüzlü Kano'ya binmemi istedi... İtiraz ettiğimde; cep telefonun bende, vereceğim diyerek kendisi atladı tekneye ve ardından ben de atladım... Dengesini kaybeden bebek yüzlü Kano'yu sallayınca benim de dengem bozuldu ve üstüne kapaklandım... Uzaktan bakan birisi için komik bir görüntü olmalıydı ama hemen kıyıda bizi izleyen ve tekneye en son binen binbaşının yüzü gülmüyordu... 

Nereye gidiyoruz diye sordum...

Bebek yüzlü işaret parmağını dudaklarına götürüp sus işareti yaptı... Telefonumu tekrar istedim, bu defa verdi ve açtığım anda etrafa ışık yayacağı için derhal kapatmamı istedi... Endişeli bir ruh halindeydi ve neredeyse tir tir titriyordu... Kano'nun diğer ucunda oturan binbaşı her zaman olduğu gibi soğukkanlı somurtkan hâlini koruyordu... Ya da en üst rütbeli olduğu için öyle görünmeye çalışıyordu.

Bir kaç dakika yol aldıktan sonra dar nehir kolu birden genişledi ve sazlıkların arasında bir kulübede durduk... Vietnam savaşı filmlerinde görebileceğiniz nehir ve cangıl sahnelerinin, bire bir gerçeğini yaşıyordum... 

Az sonra yanımıza içerisinde iki sivil adamın olduğu bir Kano yanaştı... 

Kamboçya'dan büyükbaş hayvan taşıyan ahşap bir gemiyle Vietnam'a pasaportsuz geçmiştim ve şimdi bir Kano ile geri postalanacaktım, ya da... 

*

Bebek yüzlünün heyecanı boşuna değildi... Yasal olmayan bir biçimde ülkesine izinsiz girmiş birisini, yine yasal olmayan şekilde geri postalıyordu... Türk Konsolosluğu'nu aramama engel olmuş, bir de bu yüzden yasaları çiğnemişti... O korkmayacakta kim korkacaktı!.. 

Subay değil de, kaçakçıları andıran somurtkan binbaşı'nın kısık sesli emri ile yanımıza yanaşan diğer Kano'ya binmemi istediler... Bebek yüzlü Kano'daki iki "esrarengiz" adama Vietnamca bir şeyler fısıldadı... Bir an önce "yükten" kurtulmak istedikleri belliydi... İyi de bu adamlar kendi ülkelerinde neden fısıldayarak konuşuyorlardı!..

*

Kıçtan takma motor çalıştı... Sürati arttı... 
Dar nehir ve ahşap kulübe ufaldı, subaylar gözden kayboldu, kocaman bir göle açıldık... İnce uzun ahşap teknenin ortasında oturmuş, acaba neler olabilir diye düşünmeye başladım... 

Bana sonsuz gibi gelen bu göl aslında bir bozkırdı... Digital haritada kara parçası olarak gözüküyordu... Muson dönemi olduğundan yoğun yağışların etkisiyle uçsuz bucaksız bir su kütlesine dönüşmüştü... Sudan çıkan hayaletimsi ağaç kolları ve güney Asya'ya özgü büyük yapraklı sarmaşıklar ile kaplanmıştı ve bitki örtüleri ile bezenmiş ufak tefek adacıklardan oluşmuştu...

Gökyüzünde bulutlara direnerek sessizce süzülen ve ara sıra kendisini gösteren Hilâl tekrar belirdi... Valizime davranıp, ay yıldızlı tişörtümü çıkartıp giymeyi düşündüm... Harekete geçtiğimde Kano'nun ucundaki esrarengiz Vietnamlı el kol hareketleri yaparak bana engel oldu, kıpırdamamı istemiyordu... Sonra tekrar önüne dönüp, sakince çevreyi süzmeye devam etti...

*

Vietnam Kamboçya sınırında Dünya'nın bilmediği o bataklığı andıran izbe gölde k
ıçtan takma motor bir ara yavaşladı, tıksırdı ve durdu... Az sonra öleceğimi düşünüyordum... Herşey buraya kadarmış dedim kendi kendime... Gölün ortasında enseme bir mermi sıkıp, cesedimi suya hayvan leşi gibi atacaklardı ve başıma gelenleri hiç kimse bilmeyecekti... Bu Kano neden âniden durmuş olabilirdi ki?!.. 

O bir kaç saniye, bir asır gibi, geçmek bilmedi... 

*

Koyu renkli yağmur bulutları Hilâl'i örtüp geceyi tamamen kararttılar... Su yüzeyinde oluşan ışık oyunları bitti...

Sessiz bekleyişimiz devam ederken Ay sanki bir buz kütlesinin ardından inat edercesine, esintinin de yardımı ile kara bulutlara meydan okuyup, belli belirsiz solgun ışığını yaymaya devam etti... 

Başımı öne eğmeden, gözlerimi kapattım!.. 

Zaman durdu, hafifce esmeye başlayan rüzgârın etkisiyle hareketlen su, 
tekneyi kıpırdatır gibi oldu...

Uzaklardan gelen tropikal bir kuşun ürkütücü tiz sesi dışında etrafta çıt çıkmıyordu...

*

Ayışığının etkisi ile arkamdaki Vietnamlı motoru çalıştırdı... Bir süre daha yol aldık... Önümdeki gözcü kaybettiği önemli bir şeyi arar gibi elini alnına siper yapmış, etrafı araştırıyordu... 

Zaman aktı gitti...

Teknenin motoru tekrar sustu...

*

Esrarengiz Vietnamlı valizimi tuttuğu gibi gölün kıyısına fırlattı... "
Hey, mister... Go, go..." sesi ile birlikte ayaklandım...

Adamlar taşıdıkları "yükten" bir an önce kurtulup Vietnam'a dönmek istiyorlardı... Çünkü Kamboçya'ya yasal olmayan bir şekilde giriş yapmışlardı... Hiç konuşmadan Kano'dan hızlı adımlar ile indim... Arkalarına bakmadan topukladılar... Son sürat; gerisin geriye ülkelerine döndüler... 

*

Hiç bilmediğim karanlık tropikal cangılda telefonumu açıp, konumuma baktım... Tekrar Kamboçya'daydım...

*

Gökyüzü ışıldıyordu... Gecenin izleri silinmeye başladı, Ay ile birlikte kara bulutlarda kayboldu... Ormanın içlerinde patika yolda, hiç bilmediğim bir Kamboçya Köyü'ne doğru, yorgun, uykusuz ve kızgın olarak yürümeye başladım... 

Yeni bir "macera" başlıyordu...

Cem Akkılıç
5 Eylül 2018

Bu maceranın öncesini merak ediyorsanız buradan okuyabilirsiniz...








Cem Akkılıç 




Hiç yorum yok:

Top Ad unit 728 × 90

Mehmetcik Vakfı