Bir kaç kişi hariç hiç kimsenin nerede olduğumu bilmediği, bir anlamda inzivaya çekildiğim terk edilmiş ve batma riski olan gemide üçüncü sabahıma uyandım…
Soğuk, rutubet, yalnızlık ve yaşamsal bir çok şeyden mahrum durumda olduğum gemiden dışarıya bakınca; İstanbul her zaman olduğu gibi tüm güzelliği ile karşımda duruyordu… Uzaktan bakınca ne güzel bir şehirdi şu İstanbul…
İnsanların koşuşturmalarını, sıkışık trafiği, sahilde sarmaş dolaş olan sevgilileri görebiliyordum… Martı seslerinin arasına arabaların kornaları karışıyordu…
Türkiye’nin baskıcı siyasal iklimini bilmeyen yabancı biri olsa, şehre bakıp; medeniyet ne kadar yakında, bu gemide senin ne işin var?.. diye sorardı mutlaka…
*
Dün gece yaşadığım Sahil Güvenlik kâbusundan sonra Semih‘i aramış ve gemiye gelmesini istemiştim… Öğleden sonra balıkçı Bedik‘in teknesiyle geldi Semih…
"Bu rutin bir devriye olmalı… Geminin içinde ışık olmadığı için Sahil Güvenlik hatta Deniz Polisi‘nin dikkatini çekiyor gemi… Sen rahatına bak abi…"
Semih bunları söylerken dizüstü bilgisayarından yeni aldığı kırmızı renkli BMW’sini gösterip, beğendin mi abi diye sorunca patladım…
Nasıl rahatıma bakacaktım?!.. Jeneratör yakıt sıkıntısı yüzünden yakında hiç çalışmayacaktı…
Dur dedi Semih; telaşlanma… Yakında gemiye küçük bir jeneratör yollatacağım… Mazotu balıkçı Bedik bidonlarla getirecek… Böylece elektrikli sobayı kullanabileceksin…
Bu gerçekten güzel bir haberdi…
*
Bir kaç gün sonra jeneratör geldi… Halatlar yardımıyla küpeşteden çekip kıç tarafa yerleştirdik… Gerekli teknik işlemleri yaptıktan sonra jeneratörü çalıştırdık… Bundan sonra kahve için makine dairesine inip, koca jeneratörü çalıştırmak zorunda kalmayacaktım… Ona “sevgilim” adını verdim…
Sevgilim sayesinde elektrikli sobayı kullanabilecektim… Dondurucu soğuktan koruyacaktı beni…
Tek bir sıkıntı kalmıştı geriye: banyo…
*
Hayalet Gemi’de günler geçiyor, çoğunlukla kitap okuyordum…
Son favorim Doğan Yurdakul‘un “Daha bilmediğiniz neler var” isimli kitabıydı…
Şöyle yazmıştı Yurdakul kitabın kapağına; “… Benim mesleğim yazmaktır. Başka iş bilmem, 48 yıldır ekmeğimi yazı yazarak kazanırım…. 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinde yazdıklarım nedeniyle suçlandım, işkence gördüm, hapse atıldım. Çıktım, yazmaya devam ettim… Tekrar atıldım, çıktım, yine yazdım. O dönemler geçti, beni hapse atanlar unutuldu gitti, ben hâlâ yazıyorum. Şimdi yine hapisteyim, buradan da çıkacağım ve yine yazacağım. Elim kalem tuttukça, ölünceye kadar yazmaya devam edeceğim.”
Türkiye olağanüstü bir süreçten geçiyordu ve eli kalem tutan ne kadar ilkeli ve cesur vatansever varsa bir sürek avıyla sindirilmeye çalışılıyordu… Korkak olanlar; “yazma, ülkeyi sen mi kurtaracaksın” kolaycılığına kaçıyorlardı…
Duygu ve yazı yazma eylemlerime âdeta rehber olan Doğan Yurdakul hapiste yazmıştı yukarıda aktardığım cümlelerini…
Bir bakıma ben de cezaevindeydim aslında… Dışarıda rahat yoktu… Sürekli iftiralar, polisin bitip tükenmeyen evimizi baskınları, Doğan Yurdakul’un ifade ettiği gibi; hep yazmaktan, sadece yazmaktan kaynaklanıyordu…
Hiç bir hukukî delil bulamadıkları için henüz hapse atamamışlardı beni… Ama hissediyordum, koca Türk Ordusu‘nu sahte deliller ile yere serenler, bana da benzer kumpası kurmak üzerelerdi…
Yaşlı annem ve babam ben denizde çalışırken polisin evimizi basmalarından bıkıp usanmışlardı… Bana bunu belli etmiyorlardı… Hatta bir baskın sırasında annem polislere; Türk kahvesi hazırlayıp, fallarına baktığını söylemişti…
Bu böyle devam edemezdi…
Bir seferinde beni evde bulamayınca alt katta yaşayan kiracımızın evini basmıştı polisler… Sabahın köründe polisleri karşısında gören kiracımız hanım, evi arayacağız diyen polisler yüzünden korkuya kapılmış dizlerinin bağı çözülmüştü. 10 yaşındaki oğlunun bilgisayarını polislere verip heyecandan kısa süreli şok yaşamıştı… “Sen Cem Akkılıç’ın işbirlikçisi olmalısın” diyen polisler, kucakladıkları bilgisayar ile çekip gitmişlerdi…
Hukuki olmayan bu olay, adında “adalet” yazan bir siyasi partinin yönetimindeki Türkiye’de yaşanıyordu…
*
Akşam olmak üzereydi…
Kış güneşi İstanbul’un süsü camilerin arkasından yavaşça süzülerek sönüp küçülerek kayboldu… İstanbul cadde ve binaların ışıklarıyla ışıldamaya başlarken, gemiye sessizlik ve koyu bir karanlık çöktü…
İstanbul’da ocak ayında güneşli havalar hep fırtına ile sonlanırdı… Sadece denizciler değil, bunu İstanbul halkı da iyi bilirdi… Marmara’da her yıl bir iki gemi lodos yüzünden ya karaya oturur ya da batardı…
Yan yatmış ve terk edilmiş yaşlı gemimde, yakında yeni bir macera yaşayacağımı biliyordum…
CEM AKKILIÇ
9 Nisan 2017
Bir önceki bölüme buradan ulaşabilirsiniz.
Soğuk, rutubet, yalnızlık ve yaşamsal bir çok şeyden mahrum durumda olduğum gemiden dışarıya bakınca; İstanbul her zaman olduğu gibi tüm güzelliği ile karşımda duruyordu… Uzaktan bakınca ne güzel bir şehirdi şu İstanbul…
İnsanların koşuşturmalarını, sıkışık trafiği, sahilde sarmaş dolaş olan sevgilileri görebiliyordum… Martı seslerinin arasına arabaların kornaları karışıyordu…
Türkiye’nin baskıcı siyasal iklimini bilmeyen yabancı biri olsa, şehre bakıp; medeniyet ne kadar yakında, bu gemide senin ne işin var?.. diye sorardı mutlaka…
*
Dün gece yaşadığım Sahil Güvenlik kâbusundan sonra Semih‘i aramış ve gemiye gelmesini istemiştim… Öğleden sonra balıkçı Bedik‘in teknesiyle geldi Semih…
"Bu rutin bir devriye olmalı… Geminin içinde ışık olmadığı için Sahil Güvenlik hatta Deniz Polisi‘nin dikkatini çekiyor gemi… Sen rahatına bak abi…"
Semih bunları söylerken dizüstü bilgisayarından yeni aldığı kırmızı renkli BMW’sini gösterip, beğendin mi abi diye sorunca patladım…
Nasıl rahatıma bakacaktım?!.. Jeneratör yakıt sıkıntısı yüzünden yakında hiç çalışmayacaktı…
Dur dedi Semih; telaşlanma… Yakında gemiye küçük bir jeneratör yollatacağım… Mazotu balıkçı Bedik bidonlarla getirecek… Böylece elektrikli sobayı kullanabileceksin…
Bu gerçekten güzel bir haberdi…
*
Bir kaç gün sonra jeneratör geldi… Halatlar yardımıyla küpeşteden çekip kıç tarafa yerleştirdik… Gerekli teknik işlemleri yaptıktan sonra jeneratörü çalıştırdık… Bundan sonra kahve için makine dairesine inip, koca jeneratörü çalıştırmak zorunda kalmayacaktım… Ona “sevgilim” adını verdim…
Sevgilim sayesinde elektrikli sobayı kullanabilecektim… Dondurucu soğuktan koruyacaktı beni…
Tek bir sıkıntı kalmıştı geriye: banyo…
*
Hayalet Gemi’de günler geçiyor, çoğunlukla kitap okuyordum…
Son favorim Doğan Yurdakul‘un “Daha bilmediğiniz neler var” isimli kitabıydı…
Şöyle yazmıştı Yurdakul kitabın kapağına; “… Benim mesleğim yazmaktır. Başka iş bilmem, 48 yıldır ekmeğimi yazı yazarak kazanırım…. 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinde yazdıklarım nedeniyle suçlandım, işkence gördüm, hapse atıldım. Çıktım, yazmaya devam ettim… Tekrar atıldım, çıktım, yine yazdım. O dönemler geçti, beni hapse atanlar unutuldu gitti, ben hâlâ yazıyorum. Şimdi yine hapisteyim, buradan da çıkacağım ve yine yazacağım. Elim kalem tuttukça, ölünceye kadar yazmaya devam edeceğim.”
Türkiye olağanüstü bir süreçten geçiyordu ve eli kalem tutan ne kadar ilkeli ve cesur vatansever varsa bir sürek avıyla sindirilmeye çalışılıyordu… Korkak olanlar; “yazma, ülkeyi sen mi kurtaracaksın” kolaycılığına kaçıyorlardı…
Duygu ve yazı yazma eylemlerime âdeta rehber olan Doğan Yurdakul hapiste yazmıştı yukarıda aktardığım cümlelerini…
Bir bakıma ben de cezaevindeydim aslında… Dışarıda rahat yoktu… Sürekli iftiralar, polisin bitip tükenmeyen evimizi baskınları, Doğan Yurdakul’un ifade ettiği gibi; hep yazmaktan, sadece yazmaktan kaynaklanıyordu…
Hiç bir hukukî delil bulamadıkları için henüz hapse atamamışlardı beni… Ama hissediyordum, koca Türk Ordusu‘nu sahte deliller ile yere serenler, bana da benzer kumpası kurmak üzerelerdi…
Yaşlı annem ve babam ben denizde çalışırken polisin evimizi basmalarından bıkıp usanmışlardı… Bana bunu belli etmiyorlardı… Hatta bir baskın sırasında annem polislere; Türk kahvesi hazırlayıp, fallarına baktığını söylemişti…
Bu böyle devam edemezdi…
Bir seferinde beni evde bulamayınca alt katta yaşayan kiracımızın evini basmıştı polisler… Sabahın köründe polisleri karşısında gören kiracımız hanım, evi arayacağız diyen polisler yüzünden korkuya kapılmış dizlerinin bağı çözülmüştü. 10 yaşındaki oğlunun bilgisayarını polislere verip heyecandan kısa süreli şok yaşamıştı… “Sen Cem Akkılıç’ın işbirlikçisi olmalısın” diyen polisler, kucakladıkları bilgisayar ile çekip gitmişlerdi…
Hukuki olmayan bu olay, adında “adalet” yazan bir siyasi partinin yönetimindeki Türkiye’de yaşanıyordu…
*
Akşam olmak üzereydi…
Kış güneşi İstanbul’un süsü camilerin arkasından yavaşça süzülerek sönüp küçülerek kayboldu… İstanbul cadde ve binaların ışıklarıyla ışıldamaya başlarken, gemiye sessizlik ve koyu bir karanlık çöktü…
İstanbul’da ocak ayında güneşli havalar hep fırtına ile sonlanırdı… Sadece denizciler değil, bunu İstanbul halkı da iyi bilirdi… Marmara’da her yıl bir iki gemi lodos yüzünden ya karaya oturur ya da batardı…
Yan yatmış ve terk edilmiş yaşlı gemimde, yakında yeni bir macera yaşayacağımı biliyordum…
CEM AKKILIÇ
9 Nisan 2017
Bir önceki bölüme buradan ulaşabilirsiniz.
1 yorum:
Müthişsin Cem abi.Geminin içinde hissetim kendimi.Son bölümü okuduğumda Hayalet Gemi ile bütünleşeceğim gibine geliyor.
Yorum Gönder