Zeytinburnu açıklarında terk edilmiş gemiye ayak bastığım günden beri banyo yapmamıştım… Gemi artık bir hurda yığını haline geldiğinden, su tesisatları harap olmuş, zaten yeterli mazot olmadığı için jeneratör devre dışı kaldığından sıcak su üretmek mümkün değildi…
Sadece el yüz ve ayaklarımı yıkayabildiğim “yirmilik bidonlar” dışında temizlik için kullanabileceğim başka su yoktu…
Ana jeneratör mazot bittiği için artık tamamen emekliye ayrılmıştı. Semih‘in yollattığı seyyar küçük jeneratör, tek çubuğu çalışan elektrikli sobamın ve kahve ısıtıcısının enerjisini üretebiliyordu. O da günde sadece bir kaç saat… İdareli kullanmalıydım, çünkü yirmi litre mazotu kısa sürede içip bitiriyordu…
Balıkçı Bedik üç günde bir geliyor, boş bidonları alıp gittikten sonra ertesi gün dolu olarak getiriyordu… Yan yatmış geminin güvertesi martı pisliklerinden ve yağıştan dolayı buz pateni gibi kayganlaşmış olduğu için bidonları Bedik‘in teknesinden iple çekip, geminin kıç tarafına kadar götürmek zahmetli bir işti…
Kahve hazırlayıp Köprüüstü'ne çıktım. Ocak ayının sonu geliyordu ama gündüzleri güneş hâlâ kendisini gösteriyor ve hava bir hayli ısınıyordu… Ya da bana öyle geliyordu…
Akşamları buz gibi kamaramda nemli battaniyemle uyuduğum için; kış güneşi Antalya’nın yaz güneşi gibiydi…
*
Kirlendiğimi hissettim… Uzun zaman geçmişti… Banyo yapmalıydım… Ama bu nasıl olacaktı?!..
Dalgın dalgın Köprüüstü’nden İstanbul’u ve adaları izlerken aklıma müthiş bir fikir geldi…
Balıkçı Bedik’i arayıp gelmesini söyleyecektim. Sonra beni Zeytinburnu’nda bırakacak ve bir otele gidip hayalini kurduğum banyomu yapacaktım…
Bu dahiyane fikir için kendi kendimi tebrik ettim…
*
Bedik iki saat sonra geldi… Güverteye inip, kaygan zeminde kaymamak için küpeşteye tutuna tutuna şeytan çarmığına kadar (ip merdiven) ulaştıktan sonra tekneye bindim…
Balıkçı Limanı‘nda inecek ve doğruca bir otel bulacaktım…
*
Liman’a doğru giderken Bedik özel bir şey sormak istiyorum dedi…
“Gemiye her gelişim ve gidişim için bana elli lira veriyorsun… Bu para ile bir otelde rahatça yaşayabilirsin… Neden bu çileyi çekiyorsun?..”
Adam sanki otele gideceğimi hissetmişti…
Hiç karşılaşacağımı düşünmediğim bir soruydu bu…
Bütün olup bitenleri nereden bilecekti ki Bedik!..
Hem belki anlatsam, o da bir çokları gibi; “sen mi kurtaracaksın memleketi”diyebilirdi…
Yazı yazmanın, muhalif olmanın, haksızlıklara itiraz etmenin bu coğrafyada suç olduğunu nasıl anlatacaktım ona!..
Bedik sorduğu soruya cevap gelmeyince bir sigara yaktı…
Daha önceki konuşmalarımız esnasında onun bir muhalefet partisinin taraftarı olduğunu öğrenmiştim… Sonuçta o da bir emekçiydi… Labrador cinsi sapsarı köpeği Hera ile birlikte teknesinde yaşıyor, nadiren evine gidiyordu… Hayatını balık avlayarak kazanmaya çalışan bir İstanbul balıkçısıydı…
“Macera yaşamak hoşuma gidiyor dostum. Hem Semih eski arkadaşım, gemiye göz kulak olmamı rica etti…” diyerek merakını gidermeye çalıştım…
Bu yalanın daniskasıydı… Pembe yalanlardandı… Karşı tarafa yara vermese bile, sonuçta bir yalandı… Ve yalanın iyisi kötüsü olmazdı…
Hayalet Gemi‘ye geldiğimden beri kirleniyordum…
*
Aradığım oteli biraz gezindikten sonra buldum… Burası basit sıradan bir oteldi… Sadece banyo yapmak için kullanacak ve Hayalet Gemi‘ye geri dönecektim… Geceleyemezdim çünkü polis otellerde kalanların GBT kayıtlarına bakıp; sabaha karşı arananları toplayıp gözaltına alıyordu…
Bunu daha önce üç defa yaşamıştım… Sabahın dört sularında otele gelen polisler kelepçe takıyorlar, ifade bile almayıp nezarete tıkıyorlardı… Sabah dokuza doğru hastaneye gidilip; “işkence yoktur raporu” ile birlikte savcılığa götürüyorlardı…
Savcı elindeki fotokopileri gösterip, “Başbakana bu hakaretleri sen yazmışsın, anlat bakalım” diyordu…
Bu her ay ortalama iki üç defa yaşadığım bir işkenceydi… Çin işkencesi halt etmişti bu hukukî rezaletlerin yanında…
Niyetleri baştan belliydi aslında:
“Sus diyorlardı, sus… Yoksa!..”
Bu yüzden Hayalet Gemi’ye taşınmıştım ya zaten…
*
Resepsiyoncuya kayıt yaptırıp odama koşarcasına çıktım. Telefonu şarja takıp banyoya uçarcasına girdim… Şampuanı kafamdan aşağıya boca ettim… Elektrikli şofbeni üçüncü kademeye getirip musluğu açtım… Hasretini çektiğim sıcak su tenime değmişti ki…
Elektrikler kesildi… Sıcak su soğudu, buz yağıyordu sanki bedenime…
Elinden oyuncağı alınmış çocuklar gibi kızgındım…
*
Yatakta beklemeye başladım… Elektrikli soba çalışmadığı için üşümeye başlıyordum. Yanımda getirdiğim havludan başka bir şey yoktu üstümde… Başım şampuanlı, vücudum sanki daha da kirliydi artık…
Kirlerle birlikte kinimde kabarmıştı…
*
Nasıl bir ülkede yaşıyorduk… Yılların denizcisiydim… Afrika ülkelerine gitmiş, o ülkelerde bile elektrik kesintisi görmemiştim…
Sembolünde ampûl olan siyasal bir parti, ülkeyi mantalite olarak karanlığa boğmasının yanında, bir de elektrik kesintileri yaşatıyordu…
Elektrik kesintisi ve banyoda öylece kala kalmam benim şanssızlığım falan değildi… Memleketin kronik olarak yaşadığı rezaletlerden sadece biriydi bu…
*
Bir süre yatakta öylesine bekledim… Telefonum çaldı… Arayan balıkçı Bedik‘ti… Beni çağırıyordu…
Randevulaştığımız saatte buluşmamız gerekiyordu, yoksa gemiye dönemezdim… Bedik geceleri boğazda avlanıyordu… Bu onun ekmek parasıydı…
Gemiden kirli inmiş, kirli dönecektim…
*
Balıkçı Limanı’na geldiğimde hava bozmuştu… Ocak ayının kış güneşi lodosun habercisiydi… Geçen sıcak günlerin faturası fırtına olarak kesilecekti… Terk edilmiş, yan yatmış, ölmek üzere olan balinaları andıran gemimde fırtınaya tek başıma karşı koyacaktım…
CEM AKKILIÇ
13 Nisan 2017
Bir önceki bölüme buradan ulaşabilirsiniz.
Bir sonraki bölüme buradan ulaşabilirsiniz.
Sadece el yüz ve ayaklarımı yıkayabildiğim “yirmilik bidonlar” dışında temizlik için kullanabileceğim başka su yoktu…
Ana jeneratör mazot bittiği için artık tamamen emekliye ayrılmıştı. Semih‘in yollattığı seyyar küçük jeneratör, tek çubuğu çalışan elektrikli sobamın ve kahve ısıtıcısının enerjisini üretebiliyordu. O da günde sadece bir kaç saat… İdareli kullanmalıydım, çünkü yirmi litre mazotu kısa sürede içip bitiriyordu…
Balıkçı Bedik üç günde bir geliyor, boş bidonları alıp gittikten sonra ertesi gün dolu olarak getiriyordu… Yan yatmış geminin güvertesi martı pisliklerinden ve yağıştan dolayı buz pateni gibi kayganlaşmış olduğu için bidonları Bedik‘in teknesinden iple çekip, geminin kıç tarafına kadar götürmek zahmetli bir işti…
Kahve hazırlayıp Köprüüstü'ne çıktım. Ocak ayının sonu geliyordu ama gündüzleri güneş hâlâ kendisini gösteriyor ve hava bir hayli ısınıyordu… Ya da bana öyle geliyordu…
Akşamları buz gibi kamaramda nemli battaniyemle uyuduğum için; kış güneşi Antalya’nın yaz güneşi gibiydi…
*
Kirlendiğimi hissettim… Uzun zaman geçmişti… Banyo yapmalıydım… Ama bu nasıl olacaktı?!..
Dalgın dalgın Köprüüstü’nden İstanbul’u ve adaları izlerken aklıma müthiş bir fikir geldi…
Balıkçı Bedik’i arayıp gelmesini söyleyecektim. Sonra beni Zeytinburnu’nda bırakacak ve bir otele gidip hayalini kurduğum banyomu yapacaktım…
Bu dahiyane fikir için kendi kendimi tebrik ettim…
*
Bedik iki saat sonra geldi… Güverteye inip, kaygan zeminde kaymamak için küpeşteye tutuna tutuna şeytan çarmığına kadar (ip merdiven) ulaştıktan sonra tekneye bindim…
Balıkçı Limanı‘nda inecek ve doğruca bir otel bulacaktım…
*
Liman’a doğru giderken Bedik özel bir şey sormak istiyorum dedi…
“Gemiye her gelişim ve gidişim için bana elli lira veriyorsun… Bu para ile bir otelde rahatça yaşayabilirsin… Neden bu çileyi çekiyorsun?..”
Adam sanki otele gideceğimi hissetmişti…
Hiç karşılaşacağımı düşünmediğim bir soruydu bu…
Bütün olup bitenleri nereden bilecekti ki Bedik!..
Hem belki anlatsam, o da bir çokları gibi; “sen mi kurtaracaksın memleketi”diyebilirdi…
Yazı yazmanın, muhalif olmanın, haksızlıklara itiraz etmenin bu coğrafyada suç olduğunu nasıl anlatacaktım ona!..
Bedik sorduğu soruya cevap gelmeyince bir sigara yaktı…
Daha önceki konuşmalarımız esnasında onun bir muhalefet partisinin taraftarı olduğunu öğrenmiştim… Sonuçta o da bir emekçiydi… Labrador cinsi sapsarı köpeği Hera ile birlikte teknesinde yaşıyor, nadiren evine gidiyordu… Hayatını balık avlayarak kazanmaya çalışan bir İstanbul balıkçısıydı…
“Macera yaşamak hoşuma gidiyor dostum. Hem Semih eski arkadaşım, gemiye göz kulak olmamı rica etti…” diyerek merakını gidermeye çalıştım…
Bu yalanın daniskasıydı… Pembe yalanlardandı… Karşı tarafa yara vermese bile, sonuçta bir yalandı… Ve yalanın iyisi kötüsü olmazdı…
Hayalet Gemi‘ye geldiğimden beri kirleniyordum…
*
Aradığım oteli biraz gezindikten sonra buldum… Burası basit sıradan bir oteldi… Sadece banyo yapmak için kullanacak ve Hayalet Gemi‘ye geri dönecektim… Geceleyemezdim çünkü polis otellerde kalanların GBT kayıtlarına bakıp; sabaha karşı arananları toplayıp gözaltına alıyordu…
Bunu daha önce üç defa yaşamıştım… Sabahın dört sularında otele gelen polisler kelepçe takıyorlar, ifade bile almayıp nezarete tıkıyorlardı… Sabah dokuza doğru hastaneye gidilip; “işkence yoktur raporu” ile birlikte savcılığa götürüyorlardı…
Savcı elindeki fotokopileri gösterip, “Başbakana bu hakaretleri sen yazmışsın, anlat bakalım” diyordu…
Bu her ay ortalama iki üç defa yaşadığım bir işkenceydi… Çin işkencesi halt etmişti bu hukukî rezaletlerin yanında…
Niyetleri baştan belliydi aslında:
“Sus diyorlardı, sus… Yoksa!..”
Bu yüzden Hayalet Gemi’ye taşınmıştım ya zaten…
*
Resepsiyoncuya kayıt yaptırıp odama koşarcasına çıktım. Telefonu şarja takıp banyoya uçarcasına girdim… Şampuanı kafamdan aşağıya boca ettim… Elektrikli şofbeni üçüncü kademeye getirip musluğu açtım… Hasretini çektiğim sıcak su tenime değmişti ki…
Elektrikler kesildi… Sıcak su soğudu, buz yağıyordu sanki bedenime…
Elinden oyuncağı alınmış çocuklar gibi kızgındım…
*
Yatakta beklemeye başladım… Elektrikli soba çalışmadığı için üşümeye başlıyordum. Yanımda getirdiğim havludan başka bir şey yoktu üstümde… Başım şampuanlı, vücudum sanki daha da kirliydi artık…
Kirlerle birlikte kinimde kabarmıştı…
*
Nasıl bir ülkede yaşıyorduk… Yılların denizcisiydim… Afrika ülkelerine gitmiş, o ülkelerde bile elektrik kesintisi görmemiştim…
Sembolünde ampûl olan siyasal bir parti, ülkeyi mantalite olarak karanlığa boğmasının yanında, bir de elektrik kesintileri yaşatıyordu…
Elektrik kesintisi ve banyoda öylece kala kalmam benim şanssızlığım falan değildi… Memleketin kronik olarak yaşadığı rezaletlerden sadece biriydi bu…
*
Bir süre yatakta öylesine bekledim… Telefonum çaldı… Arayan balıkçı Bedik‘ti… Beni çağırıyordu…
Randevulaştığımız saatte buluşmamız gerekiyordu, yoksa gemiye dönemezdim… Bedik geceleri boğazda avlanıyordu… Bu onun ekmek parasıydı…
Gemiden kirli inmiş, kirli dönecektim…
*
Balıkçı Limanı’na geldiğimde hava bozmuştu… Ocak ayının kış güneşi lodosun habercisiydi… Geçen sıcak günlerin faturası fırtına olarak kesilecekti… Terk edilmiş, yan yatmış, ölmek üzere olan balinaları andıran gemimde fırtınaya tek başıma karşı koyacaktım…
CEM AKKILIÇ
13 Nisan 2017
Bir önceki bölüme buradan ulaşabilirsiniz.
Bir sonraki bölüme buradan ulaşabilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder