Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımızda yaz sezonlarında ve sömestire tatillerinde Heybeliada‘da babamın yaptırdığı yazlık evimizde yaşıyorduk…
Kuru temizlemecilik yapan ve ne yazık ki kanser hastalığından kaybettiğimiz dayım Alev Özana‘nın “Dost” ismini verdiği bir teknesi vardı… Kırmızı-beyaz renkli tekne pancar motorluydu ve o yıllarda adanın sembolü “Viking” isimli lacivert renkli teknenin lodos yüzünden batmasından sonra dayımın “Dost’u” adanın yeni “sembolü” olmuştu… Kepçe Ali lakaplı balıkçıya ait olan Viking limana çekilmiş, çürümeye terk edilmişti… Ölü uskumru gibi Heybeliada’nın Balıkçı Limanı‘nda yatan Viking kışın kedilere yuva olmuş, daha sonraları gözlerimizin önünde yavaş yavaş yok olup gitmişti… Kepçe Ali teknesini cezalandırmıştı bir bakıma…
Genelde hafta sonları dayım, akşam olunca “Dost” ile balığa çıkardı ama aslında balık avından öte sosyal bir araca dönüşmüştü tekne… Kimler o teknede Çam Limanı açıklarında sabahlamamıştı ki!.. Heybeliada Deniz Lisesi‘nin komutanı, ada karakolunun baş komiseri, banka müdürleri ve daha niceleri… Adada yaşayan neredeyse herkes…
Öznur yengemin hazırladığı mezeler eşliğinde içilen rakılar, koyu ve dostane sohbetler, şarkılar hep sabahın ilk ışıklarına kadar sürerdi…
Uykulu vaziyette Liman’a vardığımızda çoğunlukla boş balık kovalarıyla eve dönerdik…
Bir defasında Heybeliada‘nın etrafında gündüz vakti şiddetli bir lodosa yakalanmıştık… Tüm aile teknenin içindeydi… Annem bir yandan salavat getiriyor, kardeşim ve yeğenlerim korku içinde Liman‘a varmamızı bekliyorlardı… Kıç tarafındaki dümeni bana emanet eden dayım, elindeki kova ile teknenin içine dolan deniz suyunu tekrar denize döküyor, ahaliyi teskin etmeye çalışıp bir yandan bana komutlar veriyordu… Hâlbuki kıyı çok yakındı, Deniz Lisesi'nin önlerindeydik dalgalarla boğuşurken... Aynen Hayalet gemi'deyken İstanbul'un bana çok yakın ama ulaşılmaz oluşu gibi...
Kuru temizlemecilik yapan ve ne yazık ki kanser hastalığından kaybettiğimiz dayım Alev Özana‘nın “Dost” ismini verdiği bir teknesi vardı… Kırmızı-beyaz renkli tekne pancar motorluydu ve o yıllarda adanın sembolü “Viking” isimli lacivert renkli teknenin lodos yüzünden batmasından sonra dayımın “Dost’u” adanın yeni “sembolü” olmuştu… Kepçe Ali lakaplı balıkçıya ait olan Viking limana çekilmiş, çürümeye terk edilmişti… Ölü uskumru gibi Heybeliada’nın Balıkçı Limanı‘nda yatan Viking kışın kedilere yuva olmuş, daha sonraları gözlerimizin önünde yavaş yavaş yok olup gitmişti… Kepçe Ali teknesini cezalandırmıştı bir bakıma…
Genelde hafta sonları dayım, akşam olunca “Dost” ile balığa çıkardı ama aslında balık avından öte sosyal bir araca dönüşmüştü tekne… Kimler o teknede Çam Limanı açıklarında sabahlamamıştı ki!.. Heybeliada Deniz Lisesi‘nin komutanı, ada karakolunun baş komiseri, banka müdürleri ve daha niceleri… Adada yaşayan neredeyse herkes…
Öznur yengemin hazırladığı mezeler eşliğinde içilen rakılar, koyu ve dostane sohbetler, şarkılar hep sabahın ilk ışıklarına kadar sürerdi…
Uykulu vaziyette Liman’a vardığımızda çoğunlukla boş balık kovalarıyla eve dönerdik…
Bir defasında Heybeliada‘nın etrafında gündüz vakti şiddetli bir lodosa yakalanmıştık… Tüm aile teknenin içindeydi… Annem bir yandan salavat getiriyor, kardeşim ve yeğenlerim korku içinde Liman‘a varmamızı bekliyorlardı… Kıç tarafındaki dümeni bana emanet eden dayım, elindeki kova ile teknenin içine dolan deniz suyunu tekrar denize döküyor, ahaliyi teskin etmeye çalışıp bir yandan bana komutlar veriyordu… Hâlbuki kıyı çok yakındı, Deniz Lisesi'nin önlerindeydik dalgalarla boğuşurken... Aynen Hayalet gemi'deyken İstanbul'un bana çok yakın ama ulaşılmaz oluşu gibi...
Tüm aile teknenin içinde korku ve dehşet içindeyken, ben tuhaf bir zevk almıştım o fırtınada…
*
Şimdi ise terk edilmiş bir Hayalet Gemi‘de tek başıma fırtınaya karşı çıkacaktım…
Deniz iyice köpürmeye başlamıştı… Geminin ikinci Çapa’sını suya atmak zorundaydım. Aksi taktirde kuvvetli lodos gemiyi karaya vurduracak, büyük bir felakete yol açabilecekti…
*
Çılgın gibi esen rüzgâr uğulduyor, gemi baş kıç yalpa yaptığı için etrafta duran hurda malzemelerin sağa sola çarpmasından dolayı sinirleri bozan bir gürültü çıkıyordu…
Lumbuzdan baktığımda Zeytinburnu sanki daha yakındı artık… Gemi sürüklenmeye başlamıştı…
Alabandalara (duvarlara) çarpa çarpa iskeleden (geminin sol tarafı) lumbar ağzına çıktım… Gemi balans tanklarındaki problem yüzünden sancak tarafına yattığı için şimdi yüksek olan iskele tarafındaydım… Buradan güverteye çıkıp; yaklaşık yetmiş metrelik yolu geçip, baş tarafa çıkmam gerekiyordu…
Eğimli ve martı pisliklerinden dolayı buz pisti gibi kayganlaşan güvertede, düzgün havalarda bile yürümek zorken, şimdi bunu nasıl başaracaktım!..
Oysa okyanuslarda ne fırtınalar görmüştüm… Günlerce boğuştuğumuz olurdu fırtınalarda… Fakat şimdi durum farklıydı… Denizin üstünde terk edilmiş ve son akibetini bekleyen bu gemide fırtınanın ortasında tek başınaydım…
*
Etraftaki hurdaların arasında bir çengel gözüme çarptı… Uç kısmına ip bağlayıp, ipin diğer ucunu belime bağladım… Güreş pistine çıkan pehlivan gibi güverteye atladım… Hiç de centilmence olmayan bir güreş müsabakasıydı bu… Koca cüsseli güreşçiye karşı, tüy siklettim…
Çengeli küpeşteye taktım… Bu beni savrulmaktan koruyacak, ambarların kenarlarına çarpıp sakatlanmamı önleyecekti… Fırtına öylesine artmıştı ki, artık geminin eğimi fark edilmiyor, bir sağa bir sola yatıyordu gemi… İki elimle küpeşteye tutunmuş vaziyette bir kaç metre yol aldım ve belime başladığım ip ortasından kopuverdi… Artık hiç bir güvencem kalmamıştı…
Deniz suyunun çürüttüğü ip kopmuş, çengel denize fırlamıştı…
*
Bütün bu çileyi neden çekiyordum…
Neden bunları yaşamak zorundaydım!.. Nedenler kâbus gibi kafamın içini oyuyordu… Diğer bir çokları gibi ülkemizin başına gelen felaketlere sessiz kalsaydım, şimdi bunlar başıma gelmeyecekti diye iç geçirdim… Bu düşünce saçmaydı…
İnsan sadece önüne koyulanlar için mücadele etmemeliydi… Vatan, bayrak, rejim ve Atatürk‘e olan namus borcu; “masaya koyulan yemekler” gibi karın doyuran şeyler değillerdi belki… Ama bir gerçek vardı… Onlar olmazsa ya da kaybedilirse, önümüze koyulan yemekte elden giderdi…
Siyasi yazılar yazarak, zaten hapse girmiş vatanseverler için mücadele ederek “karnın doymaz” diyenlerden nefret etmeye başlamıştım…
Hür yaşamak, ülkece bağımsız olmak bir tas çorbadan daha önemliydi…
Baskılardan, iftiralardan ve nefret yüklü rejim düşmanlarının suratlarını görmektense, Hayalet Gemi’de tek başıma yaşamaya karar vermiştim…
Bütün bu düşünceler bir kaç saniye içinde kafamda dolaşıp durdular…
*
Baş tarafa gitmek ve ikinci demiri atmak sadece gemiyi kurtarmayacak, benim için de artık gurur meselesi olan bu iş başarılmış olacaktı…
“Unutma; bu gemi batmaz, bu gemi karaya oturmaz, bu gemiyi Ereğli’de Fikret amcan yapmış, ilk o denize indirmişti…”
Salıncak gibi sallanan geminin küpeştesine adeta sarılmış gibiydim… Yerler kaygan olduğu için ayaklarım kayıyor, normalde bir buçuk dakikada gidilen baş tarafa gitmek için insan üstü gayret gösteriyordum… Tepemde sinirli bir martı sanki benimle alay eder gibi daireler çiziyordu süzülerek…
Geminin her yana yatışı sırasında uzaklardaki Heybeliada‘yı görüyor, ister istemez çocukluğumun siyah beyaz anılarını canlandırıyordum kafamda…
*
Sonunda merdivene ulaştım… Bu merdiven beni “baş tarafa” çıkartacak olan merdivendi…
Uzun zamandır kullanılmayan, bakımı yapılmayan ırgat pas içindeydi… “Kastanyola” denilen fren sistemi çalışmadı… İyice abandım kola… Düşme pahasına bir de tekme savurdum… Çalışmamakta direniyordu… Etrafta ne bulduysam alıp kastanyolaya vurmaya başladım… Bir kez, on kez belki yüz kez vurdum… Sonunda freni boşalan çapa, büyük bir gürültüyle, etrafa koyu kahve rengi “pas bulutu” oluşturarak boşaldı… Marmara’nın dibine saplandı…
*
Oracıkta çöküp kaldım… Gemi kurtulmuş, bu badireyi de atlatmıştı…
Fırtına artarak devam ediyordu… Pas bulutu dağıldı… Dost uzaklardan gülümsüyordu şimdi bana…
CEM AKKILIÇ
24 Nisan 2017
Bir önceki bölüme buradan ulaşabilirsiniz.
Bir sonraki bölüme buradan ulaşabilirsiniz.
Cem Akkılıç Hayalet Gemi |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder