Cem Akkılıç

Biz cumhuriyeti sokakta bulmadık ki; "buyurun gelin yıkın diyelim!.. " Cem Akkılıç Ne mutlu Türk'üm diyene!

Hayalet Gemi'de ilk günüm...

Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte rutubet içindeki kamaramda üşümekten kaskatı kesilmiş vaziyette gözlerimi açtım… Terk edilmiş bu yaşlı gemide ilk sabahımdı… Dondurucu soğuk insanın içine işliyordu… Sudan çıkmış balık gibi titriyordum… Bir kaç dakika daha yataktan kalkmamaya karar verdim… Bir sigara yaktım… Ahhh şimdi bir kahve olsaydı diye iç geçirdim…

Yanımda gelirken getirdiğim kaşar peyniri, tereyağı, reçel ve tost ekmeklerinden hazırladığım basit kahvaltımı yaptıktan sonra gemide küçük bir tur atmaya karar verdim…

Zabitan salonunda bulunan mavi klasörler gözüme ilişti… Bir tanesini çekip aldım içlerinden…
En son bor madeni taşımışlardı… Zaten blok kapakları açık olan gemi ambarlarında kalan bor kırıntılarından bunu daha önce tahmin etmiştim… Gemi terk edileli çok uzun zaman olmamıştı…

Martıların seslerinden, ara sıra küçük teknelerin motor gürültülerinden başka çıt çıkmıyordu etrafta…

İlk defa, hayatımda bir gemide; böylesine derin bir sessizlik yaşıyordum… Terk edilmiş dağınık kamaralar, loş koridorlar, dev bir mezar çukurunu andıran boş ambarlar…

Oysa çalışan tüm gemilerde hep bir telaş, koşturmaca olurdu koridorlarda, ambarlarda… Limanlarda ya da demirde beklerken ailelerine kavuşmak için sabırsızlanan gemi adamlarının, heyecanlı yüzlerini görürdüm sürekli…

Aileleri uzak şehirlerde olanlar ise meyhane planları yapar, bir yerlerde sızıp kalmazlarsa sabaha karşı gemiye kör kütük sarhoş dönerlerdi…
Bunları düşünürken neden bir şişe rakı alıp yanımda getirmedim diye kendi kendime kızdım…

*

Güneş kendini gösteriyor, ocak ayı olmasına rağmen öğlene doğru ısınıyordu ortalık… Isıtma sistemi çalışmadığı için bu kış güneşinden yararlanmak lazımdı… Bunun için en uygun yer Köprüüstü'ydü

Karar değiştirip geminin çatısı Miyar'a, üzerimde sadece tişörtümle çıktım… Serin esen rüzgâra rağmen güneş içimi ısıtıyordu… Sanki İstanbul‘a tepeden bakıyordum… Miyar'dan bakınca; yana yatıp burnunu havaya kaldırmış acıklı haliyle, yaralı ve ölmek üzere olan balinaları andırıyordu gemi…

*

Biraz zaman geçtikten sonra Köprüüstü'ne dönüp harita odasına girdim, kaptanın pergeli, cetveli hâlâ haritaların üzerindeydi… Değersiz gördükleri için, gemiyi boşaltanlar tarafından dokunulmamışlardı…

*

Güneş batıncaya kadar İstanbul’u izlemeye devam ettim… Üç mil kadar uzaktaydım karaya… Bir kaç kişi hariç ve geminin etrafında uçuşan martılar dışında kimse burada olduğumu bilmiyordu…

Aslında ben de neden bu terk edilmiş gemide olduğumu bilmiyordum ya…

*

Hava kararmak üzereydi…
İnsana kendini yalnız hissettiren bir hüzün çöktü ıssız gemiye… Görünmeyen dev bir el tarafından kara bir örtü seriliyordu sanki geminin üzerine


*

Kahve için tekrar jeneratörü açmaya gittim. Üç kat indikten sonra makine dairesine ulaşılıyordu… Kahvenin suyu hazır olduktan sonra tekrar kapatmak gerekiyordu jeneratörü… Sadece cep telefonumu şarj edip, kahve suyu için kullanacağımdan dolayı, mazotu idareli kullanmam gerekiyordu…

Ne kadar kısarsam kısayım, eninde sonunda bitecekti mazot!.. 


*

Telefonum çaldı, arayan çok eski dostum Yavuz Gökgöz‘dü…

Yavuz Harbiye’yi bitirmiş subay olmuştu… Bir kaç yıl sonra Ordu’dan ayrılmış özel sektörde çalışmaya başlamıştı… İşi gereği hayatının büyük kısmı yurt dışında geçiyordu…
Bangkok’u tavsiye ederim dedi Yavuz… Oraya çok sık gidip geliyordu…

Bu onunla son konuşmamız olacaktı… Bir buçuk yıl sonra Yavuz, genç yaşta beyin tümöründen yaşamını kaybedecekti…


*

Şarjı idare etmek için telefonumu tamamen kapattım… Buz gibi kamarama girip, nemli battaniyeme sarılıp düşüncelere daldım…

Bangkok sıcacık olmalıydı… Hem orada özgür yaşayacaktım… Hayalini kurmak bile harikaydı… Sonra kendi ülkemi düşündüm… Dünyanın en güzel ülkesiydi bizim ülkemiz… Özgürlük dışında her mevsim vardı…

Karanlık kamaramda içimi titreten soğuk havanın etkisiyle uykuya daldım…

*

Ne kadar sürenin geçtiğini bilmeden büyük bir gürültü ile yataktan fırladım… Bir teknenin dizel sesiydi beni uyandıran… Sanki makineleri kamaramdaymış gibi yakınımdaydı…

Kimler olabilirdi ki terk edilmiş bir geminin etrafında?!.. Balıkçı Bedik‘in teknesi olamayacak kadar güçlüydü makineleri…

Kim bilir gecenin kaçıydı… Saatten haberim yoktu… Hemen telefonumu açtım… Tam o esnada projektör karanlık kamaramı aydınlatmaya başladı… Lomboz'un perdesini aralayıp, denizdeki davetsiz misafirime baktım…

Sahil Güvenlik botuydu…

İşin bitti Cem dedim kendi kendime…
Saniyeler içinde aklımdan bir sürü düşünce geçti…


Sahil Güvenlik Komutanlığı’nda görevli binbaşı arkadaşım M.Ç‘yi aramayı düşündüm… Ama bunun bir faydası olmayacağı açıktı… Hem adam bu saatte sıcacık evinde uyuyor olmalıydı… Yardım isteyerek Binbaşı M.Ç‘nin başını derde sokabilirdim…

Sahil Güvenlik botunun makineleri çalışmaya devam ediyor, avının etrafında dönen köpek balıkları gibi tur atıyordu… Bu iyiye işaretti aslında… Gemiye çıkmayacaklarının bir işaretiydi!..

İster istemez bir heyecan kaplamıştı içimi… 

Dondurucu soğuk bile işlemiyordu artık…

Bir ihbar mı vardı?!.. Ya da rutin bir devriye miydi?!.. Geçiyorduk, şöyle bir uğrayalım mı demişlerdi?!..

Cep telefonumun sinyallerinden yer tespiti mi yapılmıştı?!..

Aklıma Muhsin Yazıcıoğlu suikastı geldi… 

Koskoca devlet Yazıcıoğlu’nun düşürüldüğü sonradan anlaşılan helikopterinde can çekişen muhabir ile saatlerce telefonla görüşmüş, nasıl oluyorsa yer tespitini yapamamıştı!..

Hükümeti ve politikalarını eleştiren yazılar yazdığım için devlet peşime Sahil Güvenlik botunu takmış olabilir miydi?!.. Böyle bir şey gerçekse, bu kadarına “pes artık” denilirdi…

Memlekette uzun yıllardır “cadı avı” başlatılmıştı…

Hiç kimsenin hukukî güvencesi yoktu… İktidar Yargı eliyle hukuksal tacizler başlatmıştı... Ve bu tacizler yıllardır hız kesmeden sürüyordu...

En sıradan vatandaş bile kendisini güvende hissetmiyordu… İnsanın aklına her şey geliyordu… Binlerce suçsuz insan, ülkenin yetiştirdiği en değerli komutanlarakademisyenlerbilim insanları sabahın körlerinde yaka paça tutuklanıp, zindanlara tıkılmamışlar mıydı?!..

Onlarca açılan uyduruk davalar için artık avukatım Orhan Özmen‘i bile beni savunması için duruşmalara çağırmıyordum…

*

Kendi kendime sorular sormanın anlamsız olduğunu düşünerek beklemeye başladım…

Bir süre sonra Sahil Güvenlikçiler çekip gittiler…
Rahat bir nefes aldım… 

Etraf sessizleşince lumbarağzına çıkıp, soğuk havaya aldırmadan bir keyif sigarası yaktım…
İstanbul’un harika silüetinde gün ışımaya başlıyordu… Görünmeyen dev el, geminin üzerine örttüğü kara örtüsünü çekmeye hazırlanıyordu...

Öğlene doğru Semih’i arayıp, Sahil Güvenlik botunun ziyaret nedenini öğrenecektim…

CEM AKKILIÇ
31 Mart 2017


Bir önceki bölüme buradan ulaşabilirsiniz.

Devam edelim mi?.. Hayalet gemi sizleri bekliyor...

Bir sonraki bölüme buradan ulaşabilirsiniz. 



Cem Akkılıç Hayalet Gemi



1 yorum:

Adsız dedi ki...

İbterneti çok sık kullanmıyorum. Geçen gün Hayalet gemi yazınıza Twitter'da denk geldim . Akıcı ve dramatik üslubunuz var. Teşekkürler.

Top Ad unit 728 × 90

Mehmetcik Vakfı