Büyük yalan...

Dikkat, dikkat... Tüm yolcuların dikkatine... Üst güverteye çıkmak yasaklanmıştır!..

Gece esmeye başlayan sert rüzgâr şiddetini artırmış, gemi, bir alçalan bir yükselen dalgalarla boğuşmaya başlamıştı... Deniz kudurmuşçasına dalgalanıyor, gemi baş kıç yalpa yapıyor, tahteravalli gibi inip kalkıyordu...

Bunca sarsıntıya aldırmayıp karşımdaki koltukta uyuklayan ihtiyar adam, kaptanın ikinci anonsu ile irkildi... Ayağa kalmaya çalıştıysa da gerisin geriye koltuğuna gömüldü...

Kaptan ikinci anonsunda, herkesin can yeleklerini giymesini istedi... İhtiyar tekrardan doğrulup, dikilmek için hamle yaptığında, ''Batacağız!.. Batacağımız belliydi!.. diye söylendikten sonra kocaman bir küfür savurdu... ''Oysa kaptan kaptan olsaydı, fırtınadan kaçabilirdi...'' diye kendi kendisine söyleniyordu...

Güvertelere çıkış yasaklandığı için zaten havasız olan Yolcu Salonu'nda nefes almak iyice güçleşiyordu... Etrafta koşturan gemi adamları tüm kapıları kilitlemiş, dışarısı ile Yolcu Salonu'nun bağlantısını kesmişlerdi... Tüm yolcularda kapana sıkışmışlık hissi uyandıran bu uygulama tepkiyle karşılandı ama Kaptan'ın emri kesindi...

Koca koca dalgalar gemiye hücum ediyor, bordaya çarpan sert sular bacalara kadar ulaşıyor, oradan süzülerek önüne çıkan ne varsa silip süpürerek denize dökülüyordu...

Her geçen dakika gemide panik artıyordu...

Birisi '' Bu kaptan ile buraya kadarmış, böyle olacağı belliydi'' diyerek sitem edince, bir başkası; ''kaptanın ne suçu olabilir, fırtınaya karşı ne yapabilir...'' diyordu...

Bu teknolojik çağda Kaptan, isteseydi fırtınadan kurtulabilir miydi?.. Şimdi herkes bu sorunun cevabını arıyordu umutsuzca... Hava raporları mutlaka uyarmış olmalıydı!.. Evet, rota değişikliği ile fırtınanın etkin olduğu bölgeden uzaklaşabilir, en azından bu korkunç kaosun etkilerini azaltabilir, doğanın kırılmaz gücü karşısında gardını alabilirdi... Böyle bir önlemi almadığına göre, göz göre göre gemiyi felaketin ortasına atmıştı...

Ya peki; filikalar!.. Onlara nasıl ulaşılacaktı?.. Gemide yeterince can yeleği vardı, herkese yeterdi...Halk arasındaki yaygın düşünceye göre can yelekleri denize atlayan kazazedeler için yeterli kurtuluş araçlarıydı... Oysa, bilinenin aksine denizdeki kazazedeye kısa sürede yardım gelmezse, can yelekleri cesetleri taşımaktan başka bir işe yaramazdı... Modern ülkelerin gemilerinde can yelekleri CPS cihazlarıyla donatıldıklarından, kazazedelerin konumlarını kurtarma ekiplerine bildiriyordu... İkinci sınıf Yolcu Salonu'nun garibanları için miadını doldurmuş, eski tip can yelekleri vardı gemide...

Dalgaların sarstığı gemide ''batışın'' kaçınılmaz olduğu düşüncesi herkesin zihnine ok gibi saplanıyor, akla hep filikaları getiriyordu... Bir süre sonra anlaşıldı ki; filikalar sadece belli bir kaymak tabaka içinmiş... İkinci sınıf Yolcu Salonu'nun garibanlarını kurtaracak sayıda filika yoktu çünkü gemide... Şimdi bu bahtsızlar, böylesi bir felaket anında, ölümün kıyısında kandırıldıklarını anlamışlar, ''bu gemi batarsa, hepimiz batarız diyen sahtekâr nerede?'' diyerek hayıflanıyorlardı...

Sinir krizine tutulmuş bir kadın; ''neden bizi filikalara bindirmiyorlar'' diye avazı çıktığı kadar bağırıyordu kaosun içinde... Bu kargaşada ona kimse cevap vermedi, korkudan gözleri yuvasından çıkacakmış gibi bir hali vardı kadının... Böylesine pisi pisine ölümü hak etmediklerini söylüyordu tir tir titreyerek... Bir diğeri; ''üst güvertedeki kodamanlar için yeterince filika varmış'' diyerek isyan ediyordu... Kalabalığın içinde herkes kendisini yapayalnız hissetmeye başlamıştı... Paniğin ortasında korkunç akıbetlerini bekleyen insan yığınlarını sakinleştirmeye çalışan gemi adamları çekip gitmişlerdi çünkü... Kaptan'ın sesi de duyulmaz olmuştu...

Gemiyi döven dalgaların etkisiyle etraftaki eşyalar sağa sola çarpıyor, ölüm korkusundan beti benzi atmış yolcuları çöp torbaları gibi fırlatıyordu... Sonbaharda dalından kopmuş yapraklar gibi uçuşuyorlardı adeta... Yaralananlar, korkudan cinnet geçirenler vardı bu garibanlar arasında... İç karartan bu manzara karşısında en soğukkanlı olanlar bile aceleci bir telaşa kapıldılar...

Genç bir delikanlı başını lomboza vurmaya başladı... Lombozun camı erimekte olan buz parçası gibi parçalandı... Çerçeveye sıkışan boynunu can havliyle çekip çıkartan genç adam olduğu yere düştü, kanlar içinde can çekişmeye başladı...

Rahime ''haydi atla denize, kurtar kendini'' dedi heyecanla bana dönerek... ''Kırılan lombozdan çıkabilirsin...'' 

Hiç karşılık vermedim... İkimizde savrulmamak için ahşap sütunlara sarıldık... 

Dehşet veren can pazarında, daha dün annesinin kucağında gülücükler saçan küçük kız gözüme çarptı... O da bu korkunç sahneden nasibini alıyor, incecik kollarıyla sarıldığı çaresiz annesinin kucağında feryat figan ağlıyordu...

Kırılan lombozun yuvarlak çerçevesinden iki gemi adamının denize uçtuğunu gören bir yolcu sarsıntıdan yere kapaklandı... İki gemici, denizin sonsuzluğunda son defa görüldükten sonra köpük saçan hırçın dalgaların arasında gözlerden kayboldular...

Bir kadın işaret parmağıyla beni gösterip; bu adam, aynı gemide olmamız aynı kaderi paylaşacağımız anlamına gelmiyor demişti, ama dinlemediniz onu, kulak asmadınız uyarılarına dedi sesini yükselterek...

Kaptan'ın anonsu tekrar duyuldu... Cızırtılı hoparlörlerden yankılanan sese umutsuzca kulak veren kalabalıklar arasından birisi ''can yeleği takmayan yolcu kalmasın'' anonsuna karşılık elinde tuttuğu ve henüz giymediği can yeleğini sesin geldiği yöne fırlattı... 

Üst güvertede ''kodamanlar'' için ayrılan filikaların kapelaları açılmış, birer ikişer hızlıca ama özenle denize indiriliyordu... İkinci kaptanın emirleriyle, gemi adamları arı gibiydiler... Sıra sıra dizilmiş kaymak tabaka'nın kalantorları kurtulacakları ânı sabırsızlıkla bekliyorlarken, ikinci sınıf Yolcu Salonu'ndan duyulan feryatları umursamıyorlardı... 

''Çok geç kaldık'' dedi ihtiyar ağlarcasına, ''geç, geç kaldık evlat...'' Rahime adama karşılık verdi nemlenen yüzünü elinin tersiyle silerek; ''Bize bu gemi batarsa hepimiz batarız demişlerdi, tam bir palavraymış...''

Kudurmuş fırtınanın ortasında beşik gibi sallanan geminin kırılan lombozundan içeriye deniz suyu dolmaya başladı... Çağlayanı andıran süratle içeriyi basan su, her dakika azalan umutları yok ediyordu... Gemi her iki yana belirli aralıklarda yattıkça yaşlılar, çocuklar korkudan kaskatı kesiliyor, suyla dolan solanda ayakta kalmak mümkün olmuyordu... Çocuklarını arayan annelerin feryatları, sarsıntıların sersemlettiği babaların can yeleği arayışları, yaşlıların bir an önce bu işkenceden kurtulmak adına Tanrı'ya yakarışları dramın son perdesiydi sanki... Ölümden önceki son perde... 

Tam bu anlarda Köprüüstü'nde dürbünüyle ufku tarayan gözcü, baş taraftaki direğin suya gömüldüğünü gördü dehşetle... Gemi kafasını suya sokan balina gibi dikine suya gömülürken, kıç tarafı havaya kalkıyor, ölüme meydan okur gibi tekrar kafasını kaldırıyordu... Baş taraf yarış atı gibi şahlanıp yükseldiğinde, gözcü, ufuk yerine gökyüzünü gördü... Kısa aralıklarla aynı döngü devam ediyordu...

İlk indirilen filika, bir kaç metre uzaktaydı henüz... Hayatları kurtulan şanslıların donuk ve kayıtsız bakışları, hayata tutunmaya çalışan gariban yolcuların üzerinde dolaştı bir ân...

Cebinden çıkarttığı küçük şişeden bir yudum alan ihtiyar ''gemiyi önce fareler terk edermiş'' diye bağırıyordu ve lombozdan dışarıya sarkıttığı kolunu içeri çekip, diğer elinde tuttuğu şişeyi filikalara doğru fırlattı... Havada döne döne uçan şişe, bir filikanın bordasına çarpıp, parçalandı... Bu çarpışma, hayatları kurtulan kalantorlar arasında kısa süreli bir paniğe neden oldu...

Az sonra geminin makineleri uzunca bir tıslamadan sonra tamamen durdu... Pistonların tok sesleri duyulmaz oldu... Etrafta uçuşan öteberilerin çıkarttığı kaotik seslere, iniltiler, yakarışlar karışırken; içeriye hızla dolan deniz suyunun üzerinde ölmüş insanların cesetleri yüzmeye başladı...

Çıkış kapılarının önünde birikmiş insan yığınlarına, nehirde sürüklenen tomruklar gibi kayıp çarpan bedenler katılıyordu... 

Sular yükseliyor, yükseliyordu...

Kurşunî renge bürünmüş engin gökyüzünün altında çıldırmış gibi esen rüzgârın allak bullak ettiği maviden laciverte çalan dalgalı denizin üzerinde, değişik yönlere tın tın giden portakal renkli filikalar vardı şimdi...

***

''Dışarıda güneş parlıyor, haydi uyan, umutsuzluğu yok etme zamanı...''

Bu Rahime'nin sesiydi... Narin elleriyle hafifçe omzuma dokunup, şevkle gülümseyerek, ''gece sayıklıyordun, kâbus görmüş olmalısın'' dedi...

CEM AKKILIÇ

22 Mart 2023

Devam edecek...

Bu öykü dizisinin bir sonraki bölümünü buradan okuyabilirsiniz.

Bir önceki bölümünü buradan okuyabilirsiniz...

Cem Akkılıç





2 yorum:

  1. Daha iyisi yazılana kadar en iyisi bu olacak.Kalemine yüreğine sağlık.Bizi o kaosun içine soktun ve çıkarttın.

    YanıtlaSil
  2. Muhteşem satırlar, kaleminize sağlık.

    YanıtlaSil

Hangi görüşten olursanız olun, buraya küfür ya da tehdit yorumları bırakmayın. Aksi durumda hakkınızda avukatım aracılığı ile savcılığa suç duyurusunda bulunabiliriz.

Yorumunuzun iletildiğinden emin olun. Yorum yazdığınız POP-UP penceresinin en üstünde şu ibareyi görün;

Yorumunuz kaydedildi, blog sahibinin onayından sonra gösterilecek.

Aksi durumda yorumunuzun ulaşması için kelime doğrulama işlemini tekrar yapın.

Ayrıca imla kurallarına göstereceğiniz hassasiyet, yorumunuzun onaylanmasında önemli bir etken teşkil edecektir.

Cem Akkılıç