Doğan güneşle birlikte denizin yüzeyine çıktığımda derin derin nefes alarak, lacivertten turkuaza dönen uçsuz bucaksız sulara sırtımı verip, geniş bir yatağa uzanırcasına dinlenmeye başladım... Aşağıda, suyun altında yaşadığım özgürlüğün müthiş hazzı nasıl olsa bitecekti biraz sonra... Gözlerimi kapattım... Sabah kahvaltısını arayan bir kaç martı, etrafımda süzüldükten sonra uzaklaşıp kayboldular...
Geçmişe dair pek fazla şey kalmamıştı hafızamın derinliklerinde... Zaman kavramı durdu... Gözlerimi açtım... Yağmur bulutlarının işgaline uğrayan mavilikler güneşle birlikte sönümlenmeye başladı... Deniz, rengini turkuazdan laciverte çevirdi tekrardan...
Çiseleyen yağmurda, gökkuşağının altında bezgin yolcularını taşıyan gemiyi beklemeye başladım...
Peri kıza ne olmuştu?.. Peşimdekiler benden umudu kesip, çekip gitmişler miydi?..
Kafamı kurcalayan bu sorulara yanıt bulmaya çalışırken, küfesinin altında iki büklüm olmuş yaşlı hamallar gibi ağır yolla ilerleyen gemiyi fark ettim...
Mecalim kalmamıştı ama karabataklar gibi kafamı suya sokup, aşağıda bıraktığım özgürlüğüme, ne faydası olacaksa, son bir defa daha baktım... Yorgun gemi beni fark etmeden ağır ağır yaklaştı, küpeştesinden atlamam için uygun duruma gelince son bir güçle sıçrayıp, güvertesine çıktım...
Her şey bıraktığım gibiydi... İnsan yığınları her zaman oldukları gibi bıkkınlık içinde, her gün yaptıkları yolculuğa devam ediyorlardı... Geleceğe dair tüm umutları yok olmuş gibiydi... İşte hepsi buydu... Bu insanlar monoton ömürlerinde gülmeyi çoktan unutmuşlardı... Yaşayan ölülerden farkları yoktu... Ahşap koltuklara yarı uzanmış bu insanlar, Yolcu Salonu'nun loş ışığında zorlukla seçiliyorlar, bazıları kendi kendine söyleniyor, ayakta yolculuk edenler küçük gruplar halinde garip, kısık, tekdüze sesle mırıldanarak konuşuyorlardı...
Yolcu Salonu'nun boğucu ve kasvetli havasından sıyrılmak için üst güverteye çıkmaya karar verdim... Bir önceki yolculukta bana arkadaşlık eden Peri kız bıraktığım yerdeydi... Narin yüzünde zaman zaman beliren o hüzünle harmanlanmış tebessümünü takınarak konuşmaya başladı; ''bu insanlar hakkında daha bilmediğin ne çok şey var, bu kent artık senin çocukluğunda yaşadığın o kent değil, bilsen ne çok şey değişti, burası mutsuz tutsakların ölü kenti artık...''
Nasıl olmuştu bu!.. Kim, neden yapmıştı bu kıyımı!..
Peri kız devam etti isyankâr tavrıyla: ''görmüyor musun çocukluğunda uçurtma uçurduğun gökyüzü bile küstü, her yer mezar taşlarını andıran canavarımsı yüksek betonlarla doldu... Gökyüzü ağlıyor, işte görüyorsun...''
Yağan yağmura aldırmadan, ıslak güvertede öylesine dalıp gittik geçmişe...
* * *
Bir süre sonra Yolcu Salonu'na tekrar dönmeye karar verdim, peşim sıra Peri kız da geldi... İnsan seli arasında, bir kız çocuğu annesinin kucağında kasvete başkaldırırcasına neşeyle gülüyordu...
Peri kız omzuma dokunup; ''hâlâ umut var, çölde açan bir zambak gibi o çocuğun gülüşü'' dedi...
İyi ama neden, neden bu insanlar gülmeye hasret kalmışlardı?.. İşledikleri affedilmez bir günah mı vardı?.. Gülücüklere vurulan pranga neyin nesiydi!..
* * *
Gün ağarmak üzereyken, kara bulutların kapladığı gökyüzünün altında, hafif çırpıntılı denizde ağır aksak yol alan geminin güvertesine çıktık... Gemide benimle sohbet eden Peri kız dışında kimsecikler yoktu...
Söze ben girdim: ''seninle sanki yıllardan beri tanışıyoruz, fakat hâlâ ismini bilmiyorum!..'' diye sitem ettiğimde hiç duraksamadan, ''benim adım Rahime'' dedi hınzırca gülümseyerek...
Büyük annemin ismi de Rahime'ydi... Selanik'te Mustafa Kemal Atatürk'ün doğduğu mahallede doğmuş, mübadele yıllarında Bilecik'e gelmişlerdi... Soylu kadınlara özgü davranışlarıyla herkes tarafından sevilen, takdir toplayan bir kadın, altın rengi saçlarının süslediği güzel yüzünde deniz mavisi gözleriyle her zaman sevgi saçan bir melekti O... Büyükbabamdan ne zaman söz açılsa, Atatürk'ün yakın hizmetinde çalıştığını söylerdi büyükannem, gurur duyarcasına... Kurtuluş Savaşı'nda kendi paylarına düşen bedelleri ödemişler, sonunda kazanılan büyük zafer ile dünyaya meydan okuyan bir neslin mutlu bireyleri olmuşlardı... Mısır koçanının kaynatılarak, çorba niyetine içildiği o yokluk ve savaş yıllarının ardından, her zorluğun üstesinden gelmeyi başarmış altın nesildi onlar...
''Sence'' diye sessizliği bozdu Rahime... ''Sence daha ne kadar sürecek bu yok oluş, bu travma, çöküş?..''
''O'ndan koptuğumuzdan, O'na sırtımızı çevirdiğimizden bütün bu kaos!.. Bu ölü kent, hatta ağlayan gökyüzü, her şeyini yitirmiş, yaşayan ölüler... Küçük kızın gülüşünde aradığımız umut kırıntıları...''
''Haklısın, bu millet sırtını dönmeyecekti kurtarıcısına, çok haklısın...'' dedi Rahime titreyen avuçlarını küpeşteye arka arkaya vurarak... ''Belki de geç kaldık, her şey için çok geç çok...''
* * *
Rüzgârın uğultusu altında sağanak yağmur hızlandı, kara bulutlar hep bir olmuş gibi simsiyah bir örtü çektiler yaşlı geminin üzerine... Lacivert deniz siyaha boyandı... Karanlık, koyu karanlıktan başka bir şey kalmadı geriye...
Bu gemide artık nereye gittiğimizi bile bilmiyorduk...
CEM AKKILIÇ
11 Mart 2023
Bu yazı devam edecek... Öykünün ''başlangıç'' yazısını (1. Bölüm) okumak için lütfen burayı tıklayın.
Öykünün 3. Bölümünü buradan okuyabilirsiniz.
Cem Akkılıç Cemology Onuncu köy |
Silivri Cezaevi günleri... |
Yargıtay emsal karar. |
ilk bölümü uzun zaman önce yayınlamıştınız.Sanırım tekrar tutuklanınca sekteye uğradı.Tekrar geçmiş olsun.Hep özgür kalın...
YanıtlaSilDiger bölümleri bekliyoruz Cem bey.Çok duygulu yazı
YanıtlaSilCem Akkılıç bey Silivri ile ilgili daha fazla yazı yazmanızı bekliyorum. Saygılarımla.
YanıtlaSil10 numara adam derler hani. İşte Cem Akkılıç sen öyle bir adamsın.Yıllardır takip ediyorum yazılarını.Çizgisi değişmeyen,yılmak nedir bilmeyen bir adamsın.ADAM.
YanıtlaSilSizi Muharrem İnce'ye benzetiyorlar.Bildirmek istedim,rahatsızlıklar verdiysem hakkınızı helal edin.
YanıtlaSil