Doha’dan kalkan Malezya Havayolları’na ait Boeing, İstanbul semalarına girdiğinde kaptan pilotun anonsu duyuldu kabinde…
İngilizce yapılan anonsta; “Sayın yolcularımız az sonra İstanbul Sabiha’ya iniş yapmış olacağız… Uçuş için bizi tercih ettiğinizden dolayı, ben kaptan pilotunuz ve uçuş ekibim adına sizlere teşekkürlerimizi sunarız…” denildi…
Kısa bir aranın ardından yolcuların koltuklarını dikleştirmesi ve kemerlerini bağlamaları için bir anons daha yapıldı…
Kaptan pilotun anonsundaki, bana göre önemli
bir ayrıntı canımı sıktı, içimi burktu!.. Sabiha Gökçen’den, O’nun kim olduğundan ya haberi yoktu ya da işgüzarlık yapmıştı…“Sabiha” diyerek kestirip atması karşısında tepki vermek geldi içimden… Sonra nasıl olsa bir şeyler değişmeyeceği için vazgeçtim…
Dört yıl dokuz ay olmuştu doğup büyüdüğüm ve üzerinde uçtuğumuz bu kentten ayrılalı… Yıllarca dünyanın birçok ülkesine gidip gelmiştim… Bu seferki “Geri dönüşüm” hepsinden farklıydı…
Bitişiğimde oturan yaşlı Uzakdoğulu kadının aniden hapşırmasıyla sağ yanağım tükürük içinde kaldı, kadın yaptığının farkına bile varmadı… Uçuş kurallarını ihlal ederek koltuk kemerimi çözüp ayağa kalktım, dar koridorda hostesin itirazına rağmen lavaboya yöneldim…
Uçak hızını azaltıyor, tam kasım ayına özgü koyu gri gökyüzünde yuvasına konmak için süzülen leylekler gibi geniş bir daire çiziyordu bulutların arasında…
Hafifçe sağ tarafına yatan uçak dönerek iyice alçaldığında, dev bir mezarlığı andıran tıklım tıklım düzensiz soluk renkli binalar, çirkin gökdelenler, tıkalı anayollar gözlerimin önüne serildiler… Kafamı çevirip, gözlerimi kapattım…
Az sonra uçak piste iniş yaptı, yavaşlayıp motorlarını durdurdu… Yolcular kısa bir bekleyişten sonra ayaklandılar… Çıkış kapısında yolcularla gülümseyerek vedalaşan hosteslerin ardında kokpitin kapısında ayakta dikilen kaptan pilotta vardı… Sabiha Gökçen aklıma geldi, tekrar vazgeçtim ve yavaş adımlarla körüğün içinden geçerek camdan fanusu andıran uzun koridorda yürümeye başladım…
Havaalanı bomboştu… Ekonomik kriz insanların seyahat etmelerine engel olmuştu besbelli… Oysa yıllar önce bu havaalanına iğne atsanız yere düşmezdi…
Bakışlarımla etrafı süzmeye başladım... Tutuklanacağımı bildiğim için sağımda solumda polis olup olmadığına bakındım... Yolcu esame listesi, çok önceden Türk Emniyeti'ne bildirmiş olmalıydı...
Ayağımda parmak arası terliklerimle, ağır adımlar atarak yürümeye devam ettim... Anlaşılan benim için bir “Karşılama Töreni” tertip etmemişlerdi... Varsın olsun, nasıl olsa birazdan törene falan gerek kalmayacaktı!.. Bu son özgürce yürüyüşün tadını çıkartmaya karar verdim… Ah bir de sigara olsaydı!..
Son defa özgürce atılan adımlar… Bir adım daha… Esarete gittiğimi bile bile… Yürüdüm, yürüdüm…
Pasaport polislerinin olduğu bankolara ulaştığımda hiç kuyruk yoktu… Uçaktaki yolcular başka ülkelere gitmek için transit salonuna gitmiş olmalıydılar… Pasaport polisleri işleri kesat giden esnaflar gibi boş boş oturuyorlardı… İçlerinde biri, uzun uzun esniyordu…
Kamboçya’da Türk Konsolosluğu'nda görevli Mahmut isimli memurun hazırladığı “Geçici Pasaportumu” cebimden çıkarttım… Cumhurbaşkanına hakaret suçu'ndan hakkımda Kırmızı Bülten çıkartılmasına rağmen, bu suç dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi Kamboçya’da da suç sayılmadığından Türk Yargı Makamları'nın "iade talebi" sonuçsuz kalmıştı... Başkent Phonem Phen’deki Türk Konsolosluğu yetkilileri Kamboçya Göçmenlik polisine rüşvet vermiş, vize yenileme talebim engellenmişti… Ardından on yıllık pasaportuma Türk Konsolosluğu'nca el koyulmuştu… Kamboçya’da kanunlar zayıf ve yetersiz olduğu için yıllarca orada pasaporta ihtiyaç duymadan yerel halkın içinde, dostlarımla yaşayabilirdim… Dönmeye ben karar verdim… Ne olacaksa, olsundu! Ok yaydan çıkmıştı bir defa…
Bankodaki pasaport polisine tek sayfalık, tek kullanımlık geçici pasaportumu uzattığımda beklememi istedi… Zaten beklemekten başka ne yapabilirdim ki!.. Polis, kısa bir telefon görüşmesi yaptıktan sonra bana dönüp:
“Hey maşallah, altmış dosya” dedi…
Tamı tamına altmış yakalama kararı çıkartılmıştı… Şaka değil, gerçek!..
Daha sonra başka bir polis, meslek hayatında bir kişi için bu sayıda yaklama kararı ve dosya sayısı görmediğini, duymadığını söyleyecekti...
Fetö’nün üst düzey yetmiş bir yöneticisinden, altmış biri elini kolunu sallaya sallaya yurtdışına çıkmış, devlet onlara adeta; "çıkın gidin" demişti… Adında “Adalet” kelimesi geçen AKP’nin yönettiği ülkede, adalet bu şekilde işliyordu…
Yurtdışında geçen dört yıl dokuz ayımı aylara böldüğümde elli yedi yapıyordu… Yani neredeyse her aya bir “dosya” düşüyordu… Tutuklanıp Silivri Toplama Kampı'na atıldığımda bu sayı “yüz’ü” geçecek, kendi rekorumu egale edecektim…
Cumhurbaşkanına hakaret suçu'ndan bunca dava açılan başka birisi daha yoktu muhtemelen!...
Sırım gibi uzun boylu, yakışıklı ve son derece nazik resmî polis memuru eşliğinde valizimi almak için bankodan ayrıldım… Yan yana yürürken genç polis memuruna usulca sordum:
“Cemology Onuncu Köy’ü bilir misin memur bey?...”
Beklemediği soru karşısında bir süre düşünür gibi oldu…
O daha cevap vermeden ikinci sorumu yönelttim:
“Ya peki; Takunya Libidocusu’nu?”
“Aaa evet, duymuştum… Siz…”
“Ta kendisi… Yani Cem Akkılıç…”
Böyle durumlarda polislere sorular sorulduğu pek görülmez ama bizim kısa muhabbetimiz doğal gelişti, çünkü ortam samimiydi ve polis memuru son derece kibardı…
Hem henüz gözaltı işlemi yapılmamıştı... Yarı özgür sayılırdım…
Penceresiz küçük bir odaya aldılar beni… Valizimi açmamı istediler… Birkaç parça yazlık kıyafet, kitaplarım, kişisel basit eşyalarım ve yanımdan hiç ayırmadığım Türk Bayrağı’nı masanın üzerine bıraktım… Tutanak tutuldu ve kemerimi çıkartmamı isteyen polisin uzattığı evraklara imza attım…
Ardından çıkıp gittiler…
Tek başıma yaklaşık bir saat kaldığım penceresiz odanın kapısı açıldı, dışarıya çıkmam söylendi… Kelepçe takılmadı… Daha sonra tutuklandığımda da cezaevine varıncaya kadar kelepçe takılmayacaktı… Zaten kaçmak isteyen kişi neden yurtdışından uçağa binip dönecekti ki?!..
Geniş bir koridorda, birkaç polis ile yürüdük ve beni sivil polislere teslim ettiler…
Defalarca söz vermesine rağmen CHP Milletvekili Sezgin Tanrıkulu avukat yollamamıştı… Kırıldım, öfke duydum, öfkem yatıştığında içimden gülüp geçtim…
Üç sivil polis ile Dış Hatlar Terminali’nin çıkış kapısına yöneldiğimizde, dışarıda, plastik sarı şeridin ardında Öznur yengemin meraklı ve tedirgin bakışlarla beni aradığını fark ettim…
O an içimi tarifsiz bir heyecan ve çocuksu bir sevinç kapladı…
Işıklar içinde uyusun, genç yaşta yitirdiğimiz Alev dayımın eşi Öznur yengem benim için iki valiz hazırlamış, telaşla beni bekliyordu… Sarıldık, sıkı sıkı sarıldık üç sivil polisin bakışları arasında…
Yengem cep telefonunu çıkartıp annemi aradı… Sonra sivil polislere dönüp; “İzin verin, annesiyle görüşsün” dedikten sonra telefonu elime tutuşturdu… Polislerden biri önce itiraz eder gibi oldu ama karşı koymadı…
“Nasılsın anneciğim, seni çok özledim…”
“Hoş geldin Cem… İyiyim evladım…”
“Sağ olsun Öznur yengem karşıladı beni…”
Kısa bir sessizlik oldu… Muhtemelen annem ağlıyordu ve belli etmek istemedi… Aslında bu durumlara alışkın sayılırdı… Siyasi blog (günlük) yazmaya başladığım yıllarda Adnan Oktar ve tetikçisi Ali Emre Bukağılı tarafından sürekli iftiraya uğruyor, hakaret suçundan neredeyse haftanın iki günü savcılara ifade veriyordum…
Her şikâyetten sonra Antalya’daki evimiz polisler tarafından didik didik aranıyor, bilgisayar ve cep telefonlarıma el koyuluyordu… O dönem tutuklama modası henüz başlamamış, cihazlara el koyarak “bezdirme” politikası uygulanıyordu... Her ev baskını annem için bir eziyetti çünkü polisler reçel kavanozlarının içini bile arıyorlar, evi darmadağın bırakıyorlardı… Silivri’de tutukluluğum boyunca sayısını hatırlamadığım kadar çok defa çeşitli mahkemelerde Adnan Oktar’ın ve tetikçisinin iftiraları nedeniyle ifadeler verip, hepsinden BERAAT kararları aldım… Kaderin garip cilvesi olsa gerek; Adnan Oktar ve tetikçisi de tutuklandılar ve 10 bin yıl hapis cezası istemiyle Silivri’ye atıldılar… Hem de benim birkaç koğuş uzağıma…
Annem ile vedalaştıktan sonra telefonu yengeme uzattım… Avucuma bir miktar para sıkıştırdı ve polislerin isteğiyle yürümeye başladık… Başka bir kapıdan çıkacağımız için tekrar havalimanı binasına girdik… Dükkânlar, kafeler, havayolu şirketleri gerimizde kaldı… Üç sivil yanımda, yengem biraz geride…
Tutamadım kendimi, daha doğrusu tutmadım! “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganını yüksek sesle arka arkaya haykırmaya başladım…
“Mustafa Kemal’in askerleriyiz!”
Polisler müdahale etmediler, tepki vermediler...
Herşey buraya kadardı... Özgürlüğüm uçup gitmişti... Kendi ülkemde esaret altındaydım...
Polis otosuna girdim… Sürgülü kapısı kapandı… Yengem ağlıyordu…
Sabiha Gökçen Havaalanı'nın tam karşısındaki Emniyet Merkezi’ne götürüldüm…
Mustafa Kemal’in askerlerinin ikinci adresi olan Silivri Toplama Kampı'ndan önceki son durak orasıydı...
CEM AKKILIÇ1 Eylül 2021
Okumuş olduğunuz yazımı Silivri'de 33 ay tutuklu kaldığım dönemde yazmıştım... Tahliye oldum, çeşitli mahkemelerce hakkımda 32 beraat kararı verildi... Recep Tayyip Erdoğan'a hakaret etmediğim "Bilirkişi Raporu" ile kanıtlandı...
O rapora buradan bakabilirsiniz...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Hangi görüşten olursanız olun, buraya küfür ya da tehdit yorumları bırakmayın. Aksi durumda hakkınızda avukatım aracılığı ile savcılığa suç duyurusunda bulunabiliriz.
Yorumunuzun iletildiğinden emin olun. Yorum yazdığınız POP-UP penceresinin en üstünde şu ibareyi görün;
Yorumunuz kaydedildi, blog sahibinin onayından sonra gösterilecek.
Aksi durumda yorumunuzun ulaşması için kelime doğrulama işlemini tekrar yapın.
Ayrıca imla kurallarına göstereceğiniz hassasiyet, yorumunuzun onaylanmasında önemli bir etken teşkil edecektir.
Cem Akkılıç