Çok uzun yıllar önceydi... Yaşlı bir adam vardı...
Kendisine ''hayvan Coşkun'' diye hitap etmeyi seviyordu. Bu lakap her ne hikmetse onu çok mutlu ediyordu. 4 yabancı dili şakır şakır konuşuyor, üzerine bir de Rusça öğreniyordu. İlerlemiş yaşına rağmen, öğrenmenin yaşı yoktur atasözünün ne kadar anlamlı olduğunu onun yaptıklarına bakarak daha iyi kavrıyordum. Acıbadem semtindeki evimizin yakınında, nostalji kokan mobilyalarla dolu, 1950’li yılların mimarisine ait evinde mütevazi ama çok zengin kütüphanesi ile birlikte yaşıyordu. Hayattaki tek varlığı olan pandomim sanatçısı kızının Yunanistan’a gidip kendisini terk etmesinin etkisiyle münzevi bir yaşamı seçmiş, bir yandan hayata sarılırken, öbür taraftan alkolün esiri olmuştu. Evinde en kıymet verdiği eşyalarından birisi, üzerine titrediği bir satranç takımıydı. Saatler boyu kendi kendine stratejiler geliştirir, sonra kendisini tebessüm ile izlediğim bir an, ''tek başıma oynuyorum diye bana gülme, gel de bugünlük dersini vereyim'' demişti.
Kendisine ''hayvan Coşkun'' diye hitap etmeyi seviyordu. Bu lakap her ne hikmetse onu çok mutlu ediyordu. 4 yabancı dili şakır şakır konuşuyor, üzerine bir de Rusça öğreniyordu. İlerlemiş yaşına rağmen, öğrenmenin yaşı yoktur atasözünün ne kadar anlamlı olduğunu onun yaptıklarına bakarak daha iyi kavrıyordum. Acıbadem semtindeki evimizin yakınında, nostalji kokan mobilyalarla dolu, 1950’li yılların mimarisine ait evinde mütevazi ama çok zengin kütüphanesi ile birlikte yaşıyordu. Hayattaki tek varlığı olan pandomim sanatçısı kızının Yunanistan’a gidip kendisini terk etmesinin etkisiyle münzevi bir yaşamı seçmiş, bir yandan hayata sarılırken, öbür taraftan alkolün esiri olmuştu. Evinde en kıymet verdiği eşyalarından birisi, üzerine titrediği bir satranç takımıydı. Saatler boyu kendi kendine stratejiler geliştirir, sonra kendisini tebessüm ile izlediğim bir an, ''tek başıma oynuyorum diye bana gülme, gel de bugünlük dersini vereyim'' demişti.
Onu bir kez olsun mağlup edememiş, bileğini hiç bükememiştim...
Bir gün suratıma bakıp alaylı ama sevimli bir ifade takınarak, ''gerçekten beni yenmek istiyor musun evlat'' dediğinde, daha ben şaşkınlıktan cevap bile veremeden her iki kalesini de avuçlarının içine alıp, ellerini teslim olur gibi havaya kaldırarak, ''işte şimdi bana karşı zafer kazanman için sana bir fırsat veriyorum. Bu oyunda en önemli taş Şah değildir, haydi bakalım başla hamlelerine'' demişti.
Hayvan Coşkun böyle yaparak, rakibin hasmına karşı daha maç başlamadan üstünlük sağladığı Krallar oyununu başlatıyordu...
Bugün, Laik Cumhuriyetimizin ''dinsizlik'' gibi algılanarak yok edilip, yerine molla rejiminin sinsice yerleştirilebilmesi için laikliğin kaleleri olan kurumların neden birer ikişer düşürülerek ele geçirildiğinin nedenini, hayvan Coşkun santranç masasında gösteriyordu...
Kaleler düşünce her şeyin ne kadar kolay olduğu, haksızca yaptığımız düellonun sonunda kafama dank etmişti!..
Cumhuriyetin temel yapısının çökertilip alaşağı edilerek, yerine İslam devleti kurabilmek için korku imparatorluğu kurulduğu, askerlerin, aydınların, hukukçuların, profesörlerin sindirilip hapishanelere tıkıldığı ve hiçbir hukuk devletinde görülmeyecek antidemokratik uygulamaların en sıradan vatandaşın bile ensesinde gezindiği şu talihsiz günlerde, aldığım o galibiyeti Türkiye'nin geldiği noktaya benzetiyorum!..
Güçlü satranç ustasının kalelerini kaybettiğinde hazin sona sürüklenişinden çıkarttığım ''büyük ders'' buydu işte...
Meğerse, hayatın 64 karelik bir oyun tahtasına benzediğini söyleyen yaşlı dostum, satrançta kaleler düşünce ne çok şeyin değişebileceğini o zamanlar göstermiş bana!..
5 Mart 2009
Yine bir CEM AKKILIÇ klasiği... Harika bir uslüp ve mükemmel bir yaklaşım... İyi ki varsın... Senin gibi cesur ve Cumhuriyeti savununlar çoğalmalı... Ama senin eline su dökecek olan var mı orası şüpheli... Aynen devam sevgili CEM AKKILIÇ... Süpersin....
YanıtlaSil