Denizin ortasında, kentin gri siluetinin yavaş yavaş kaybolduğu bir noktada zaman öğleyi geçmişti...
Rüzgârın şarkısı sürüp gidiyor, tatlı esintiyle birlikte köpük saçan dalgalar tabiatın güzelliğini resmediyordu... Göz alabildiğince uzanan mavi turkuaz karışımı sonsuzlukta, ufuk çizgisine doğru sıralanan dalgaların koynunda gemi, hafifçe sallanıyordu...
Yaşlı ve bakımsız olmasına rağmen büyük cüssesi sayesinde neredeyse her yönden esmeye başlayan rüzgârların kabarttığı denize bana mısın demiyordu...
Fakat âniden, sanki uzaklardan geliyormuşcasına, hiç değişmeyen kendine özgü tok ve vurgulu sesler çıkartan devasa makinelerin gürültüsü sustu... Merakla, birbirlerine soran yüz ifadeleriyle bakan güvertedeki gemi adamları, durum değerlendirmesi yapmaya başladılar...
Bu esnada gemi kendi hâlinde serseri mayın gibi, çalkantılara tepki vermeden, belli belirsiz akıntıyla sürüklenmeye başladı...
Kimsenin ne olup bittiğini anlayamadığı bu anlarda makineler, hasta yatağında ölümü bekleyen umutsuz yaşlılar gibi öksürüp tıslayarak, yeniden çalışmaya başladı...
Geminin bacasından arka arkaya hâleler şeklinde çıkan kara duman toplanıp, örgü ipi gibi gökyüzüne yükseldikçe, esintinin etkisiyle dağılıyor, güneşle gemi arasına simsiyah bir duvar örüyordu...
Yeniden çalışmaya başlayan makinelerin homurtusuyla pistonların çıkarttığı vurgulu "taka tak, taka tak..." sesler üst güverteye kadar ulaşmaya başladı...
Akıntıya kapılan gemi yorgun makinelerinin itmesiyle hareket etmeye başladıysa da, kaybettiği rotasına bir türlü giremiyor, istemediği yönlere zikzak yaparak savruluyordu...
İkinci sınıf yolcu salonu'nun garibanları, olan bitenin farkına varamadılar... Çoğunluğu tepki vermeyen, itiraz etmeyen kayıtsız varlıklara dönüşmüştü... Oysa berrak bir havada, fırtınasız denizde bu savruluşun bir anlamı olmalıydı ve eninde sonunda bir bedeli olacaktı...
Yasak olduğu için tüm risklere girerek gizlice görünmeden çıktığım üst güvertede, Rahime'ye rastladım... Hüzünlü yüzünden eksik etmediği buruk tebessümü ile veda eden insanlara özgü bir bakışla yüzüme bakmaya başladı... Bu şekilde, karşılıklı donuk bakışlarla ne kadar süre geçti bilmiyorum ama makinelerin tekrar durmasıyla ürkütücü sessizlik tekrar hâkim oldu gemiye...
Bir gemi adamının; neyse ki fırtına yok, olsaydı hapı yutmuştuk sözleri yankılandı güvertede... Bir filikanın altına çömelip, bu uğursuz sessizlikte tedirgin ve bir o kadar da merakla beklemeye başladık... Kendimizi sessizliğe kaptırdığımız bu kaotik anlarda, birden bire deniz coşmaya, tencerede kaynayan su gibi fokurdamaya başladı... Altına uzandığımız filika'nın kapela iplerine asılarak doğruldum... Deniz çarşaf gibi olmasına rağmen, şimdi biz, korkunç bir fırtınaya tutulmuştuk... Gemi dipten gelen muazzam bir güçle hoplayıp sarsılmaya başladı... Bu vuruş öyle güçlüydü ki, koca geminin denizden fırlayıp, göğe yükseldiğini zannettik... Biz daha ne olduğunu tam olarak anlayamadan, altımızdaki sular çekilmeye başladı...
Boyaları sökülmüş yer yer pas içinde olan küpeşte'ye sımsıkı tutunan Rahime soğukkanlılığını kaybetti ve belli belirsiz sesler çıkartıp, bir eliyle bana; atla denize işareti yaptı...
Sular süratle çekiliyor, fokurdayarak boşalıyordu...
Rahime'nin çığlık karışımı sözlerini bu defa duyabildim...
"Atla denize, orası senin doğal yaşam alanın, atla ve kurtul, sular tamamen çekildiğinde öleceksin..."
*
Çelik halatları kopmuş asansör gibi hızla düşüyordu gemi...
Düşmenin her aşamasında sıra sıra tümsekler, etrafta çırpınan balıklar, çürümeye yüz tutmuş gemi batıkları çevreliyordu etrafımızı... Sanki hiç bitmeyecekmiş gibi gelmeye başladı bu korkunç yolculuk...
Ucu bucağı olmayan dik yamaçlar, yosun kaplı tepeler, keskin uçurumlar ve sonsuz gibi görünen vadilerin arasında düşüyorduk...
Sular tamamen çekildiğinde büyük bir gürültü ve kırılma sesiyle gemi yer kabuğuna oturdu... Balçık çamurun yardımıyla hafifçe yan yatan gemi, tamamen devrilmekten kurtuldu...
İşte bu olağandışı tabiat gösterisi esnasında Rahime ile tek kelime konuşamadık ama çaresiz bakışlarımızla birbirimize veda ettik... Bu onu son görüşüm olacaktı...
*
Çılgınca koşarak geminin baş tarafına gitmeye karar verdim... Büyük sarsıntı esnasında etrafa dağılmış halatlardan birini kaparak, bir ucunu baba'ya bağlayıp, diğer ucunu dışarıya fırlattım... Usta bir dağcı gibi halata sarılıp, yer kabuğuna inerken, tam yarı yolda halat çatırdayarak koptu... Çürük halatın yukarıda kalan parçası sertçe geminin bordasına çarptığı sırada, yer çekiminin karşı koyulmaz etkisiyle ok gibi balçık çamura saplandım...
Yapışkan zeminden kafamı kaldırıp, şoku atlattıktan sonra çamur deryasında sürünüp ayağa kalktım... Çekilen deniz suyuna doğru yürümeye çalışsam da, düşmenin etkisini azaltarak ölümden kurtulmamı sağlayan çamur, şimdi denize ulaşmama engel oluyordu... Denize ulaşamadığım taktirde, ölümüm kaçınılmazdı...
Bir an duraksayıp, geride bıraktığım gemi'ye baktım... Çekilen deniz nedeniyle gemiden çok, araba mezarlıklarına bırakılmış hurdalara benziyordu...
Zamanım giderek daralıyordu... Denize kavuşmalıydım... Önümde bir yaşam, arkamda ise inatla beni bırakmayan ölümün soğuk pençeleri vardı...
Ben çabaladıkça sular benden kaçıyor, çamur inatla bedenimi tutmaya devam ediyordu... Bu anlarda yer kabuğu çatırdıyor, etrafımda dev yamaçlar oluşuyordu... Can çekişen deniz canlıları, çırpınan kanatlı vatozlar, ölümü çaresizce bekleyen deniz yıldızları, kayalıklarda tutunan istiridyeler teslim olmuşlardı bu cehennemin içinde...
Tekrar doğrulup, ayağa kalktım... Son bir gayret ile tabiata ve içinde bulunduğum cehenneme meydan okuyarak yürümeye başladım... Çamurdan kurtulmak için biraz ileride olan kayalık zemine ilerlerken yosunlar nedeniyle ayağım kaydı... Düştüm... Herşey buraya kadar mıydı!..
Ne kadar baygın kaldığımı hatırlamıyorum, uyandığımda; etrafa serilmiş deniz bitkilerinin arasından bir yengeç çıkıverdi... Burnumun ucundan çekilen denize doğru hareket etmeden önce yengeç ile öylesine bakıştık... O da suya ulaşma peşindeydi...
Nasıl olduysa hayatta kalabilmiş, ölümün bir zafer daha kazanmasına izin vermemişti...
Yengeç'in azmi bana birden güç verdi, umutlandım ve kapaklandığım yerden hızla kalkarak çılgınlar gibi düşe kalka koştum, koştum...
*
Güneş neşeyle parlıyor, denizin üzerinde çeşit çeşit göz alıcı ışık oyunları meydana getiriyordu... Albatrosların mağrur süzülüşlerine martılar şarkılarıyla eşlik ediyor, sonsuz maviliğin altında yunuslar keyifle yüzüyor, kimi zaman ritmik danslarla sudan fırlayıp dönüşümü kutluyorlardı...
CEM AKKILIÇ
3 Ağustos 2023
Yazı dizimin bir önceki bölümüne buradan ulaşabilirsiniz.
Cem Akkılıç |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Hangi görüşten olursanız olun, buraya küfür ya da tehdit yorumları bırakmayın. Aksi durumda hakkınızda avukatım aracılığı ile savcılığa suç duyurusunda bulunabiliriz.
Yorumunuzun iletildiğinden emin olun. Yorum yazdığınız POP-UP penceresinin en üstünde şu ibareyi görün;
Yorumunuz kaydedildi, blog sahibinin onayından sonra gösterilecek.
Aksi durumda yorumunuzun ulaşması için kelime doğrulama işlemini tekrar yapın.
Ayrıca imla kurallarına göstereceğiniz hassasiyet, yorumunuzun onaylanmasında önemli bir etken teşkil edecektir.
Cem Akkılıç